SAMSUN’DAN AMASYA’YA… 07.07.2007

SAMSUN’DAN AMASYA’YA…
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, Amasya’ya doğru yola çıkmış, ilk durak yeri Havza’ya erişmiştir. Bindiği otomobil, Birinci Dünya Savaşında ordu kumandanlarının makam arabası olan açık Benz-Mercedes’tir. Hurda olup ikide bir bozulmaktadır. Havza’dan ayrıldıktan sonra yine durmuştur. Şoförle Kurmay Başkanı Miralay Kâzım Bey (rahmetli general Kâzım DİRİK) onarımla uğraşmaktadır. Mustafa Kemal, yanına başyaveri Cevad Abbas Beyi (rahmetli Cevad Abbas GÜRER) alarak biraz ileride tarlasını süren çiftçinin yanına gitmiştir.
Cevad Abbas diyor ki: (1)
“- Bu yaşlı ve kılık-kıyafeti ile ötekiler gibi perişan bir köylü idi. Zayıf öküzlerinin güçlükle sürdüğü karasabanına abanmış bedenine dikkatle bakınca, bir kolunun sakat olduğunu gördüm. Gelişimizle hiç ilgilenmemiş gibiydi. Bütün dikkati, zorlukla yürüttüğü sabanının çizgisinden sapmamasında toplanmıştı. Paşa, her zamanki yumuşak tonuyla seslendi:
- Merhaba… Kolay gelsin…
Çiftçi durdu, bize baktı ve kısaca “-Sağ olun…” cevabından sonra, sınıra erişmiş hayvanlarının başını ters yöne çevirdi, “-Dehe…” dedi.
İstisnasız herkesle konuşmak geleneği, mizacının temeli olan Mustafa Kemal yakından bildiği Türk konukseverliği ve yabancıya ilgi alışkanlığına ters düşen bu ilgisizlik önünde hiç irkilmedi. Tam tersine, bundan o günün ruh yapısı gerçeklerini daha derinden kavramak isteğiyle köylünün yanı başına kadar yürüdü, bir sigara uzattı:
- Yorulmuşa benzersin… Bizim de yolumuz uzak… Şu ağacın gölgesinde birkaç lâf etsek…
Köylü o zaman karşısındakinin pek rastlanmayan yüzüne dikkatle baktı, cevap vermeden sabanının başından ayrıldı, ağaç gölgeliğinde yan yana oturunca önce hoş-beşten sonra Paşa asıl konuya girdi:
- İngilizler Samsun’a asker çıkaracaklarmış… Senin memleketten haberin yok gibi ne de rahat tarla sürmen var… Sanki başka dünyada yaşıyor gibisin…

Köylü, sigarasından derinden, ardı ardına iki nefes çekti, sonra şüphesiz ki zamanlardır kendi ruhunda ve hatta vicdanında yaptığı tartının acı sonucunu, sayfalarca kitabın anlatamayacağı kadar açık ve sert ortaya döktü. Karşısındakini “bir söz ve kudret sahibi devlet adamı” gibi görüyor, amma kim olduğunu da bilmiyordu:

- Bak Efendi, dedi. Babamı bir kez gördüm. Çocuktum. Yemen’e gitti, bir daha dönmedi. Üç erkek kardeşten büyüğü benim. Naha çolak kolum, Çanakkale’den böyle döndüm. İki küçük kardeşten birinin Galçya’dan şehid kâğıdı geldi, sonuncusunu bıldır ay, Rum eşkiyası öldürdü. Buraya dört saat ırak köyde iki dul kadın, yedi yetim çocuk, benim şu tek kolumla, şu iki öküz ve şu tarladan ekmek bekler. İngiliz değil, kim çıkarsa çıksın, naha şu tarlanın ucuna gelinceye dek benim umurumda değil… Osmanlısıyla Almanıyla dört yıl başa çıkamadık da, şimdi bu çolak Mehmet mi onların da hakkından gelecek?.. Allah’ın yazdığı olur..

Araba onarılmıştı ki, Kâzım Bey bize doğru geliyordu. Paşa ayağa kalktı, köylüye sigara paketini bıraktı: “-Allah’a emanet ol, umutsuzlanma, düzelir hepsi” dedi, şöyle biraz uzaklaşınca durdu, uzun uzun yüzüme baktı ve şunları söyledi:
- Sen onun dediğine aldırma… Gerçekleri anlatacak cesur bir yürek bekliyor, o tek sağlam eline vatanı kurtaracak silâhı almak için… Mesele o gerçekleri kavramış ve anlatacak olan cesur yürek sahibini bulabilmekte… O zaman tüyü bitmemiş yetimle dulu da katar yanına, vatanı için yine sınırdan sınıra koşar o…
Şimdi ben, Atatürk’ün sabık Başyaveri, Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) ilk genel başkanı, Bolu milletvekili, hür ve müstakil Türkiye Cumhuriyetinin şerefli vatandaşı olarak diyeceğim ki, Kurtuluş Savaşımız, işte bu büyük teşhis üzerinde kuruldu ve zafere ulaştı: Umudunu bile yitirmiş çaresizlik içindeki millete, gerçekleri anlatabilmiş cesur yürekler bulabilmiş olmak…”

Gerçekleri anlatabilmiş ve anlayabilmiş cesur yüreklerin bulunduğu Amasya… Millî Mücadele’nin ilk günlerine ait ümit safhaları burada cereyan etmiştir. Hakikat penceresinden, Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın Erkân-ı Harbiyesi(kurmayı) binbaşı Husrev Bey (Trabzon milletvekili, Berlin büyükelçisi rahmetli Husrev GEREDE) der ki: (2)

“- Mustafa Kemal Paşanın Anadolu’nun bağrına nasıl şartlarla geçebildiğini biliyoruz. Padişahı ve sadrıazam Ferit Paşayı Mondros Mütarekesi hükümlerini tatbik ettireceğine inandırmış olduğu muhakkaktır… Biz Samsun’a çıktığımızda bu güzel şehrimiz İngiliz kontrolunda idi. İngiliz Gizli Servisi Mustafa Kemal’i adım adım takip ediyordu. İlk temaslarından hemen sonra, İstanbul’a geri çağrılması için General Milen’in baskısı, Mustafa Kemal’in askerlikten ayrılmasına kadar aralıksız sürmüştür.

Samsun’dan sonra Erzurum’a kadar yol üzerinde uğradığımız en büyük belde Amasya idi. Eğer Amasya’da şartları elverişli bulsaydık, burada kalacak ve Paşanın daha Samsun’a çıkışında düşündüğü beyannameyi burada yayınlayacaktık. Ali Fuat ve Refet Paşaya, Rauf Beye randevu yeri olarak burayı seçmiştik.
Paşa, Samsun’dan ayrışışından önce, Zile’de bulunan binbaşı Cemil Cahit Beyden (daha sonra Millî Savunma Bakanı olan Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR) Amasya için bilgi aldı. Öğrendiğimize göre beldenin en nüfuzlu şahsiyeti müftü Hacı Tevfik Efendi idi. Kardeşi Nafiz Bey, İstanbul Meclis-i Meb’usanında Amasya’yı temsil ediyordu. Paşa, 26 Mayıs 1919’da Havza’da halka ilk açık konuşmasını yaptı ve onlara acı hakikatleri anlattı. Bu söylediklerinin hülâsasını da Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendiye telgrafla bildirdi. Amasya’ya doğru yola çıkacağımızı da ayrıca açıkladık. İtiraf edeyim ki Müftü Efendinin vereceği cevabı heyecanla bekliyorduk. Bu cevap umduğumuzdan daha kısa zamanda geldi. Şöyle diyordu:
- Amasya halkı müdafaa-i vatan, muhafaza-i din ve devlet yolunda mücâhede edenleri deraguş etmekle (kucaklamakla) müftehir olacaktır.
12 Haziran 1919 günü karargâhımızla beraber Amasya’ya hareket ederken Ali Fuat Paşaya, Refet Beye, Rauf Beye Amasya’da randevu verdik. Yolculuğumuz, yol boyunca büyük ve gönülden karşılama içinde geçiyordu. Adeta bambaşka bir havaya girmiştik: Sonra öğrendik ki, Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi, güzergâhtaki yerlerin müftü, vaiz, imam ve eşrafına, lâyıkı gibi karşılanmamızı ve ağırlanmamızı bildirmiş.
En gönülden ve çoşkun karşılama Amasya’da oldu. Başlarında Müftü Efendinin olduğu beldenin seçkin heyeti(3) bizi şehrin dışında karşıladı. Saraydüzü’ndeki bu merasim Paşanın gözlerini yaşarttı. Müftü Efendinin itimat telkin eden beşûş ve nuranî çehresiyle ilerleyerek Paşaya yüksek sedâ ile:
- Paşam… Bütün Amasya emrinizdedir… Gazanız mübârek olsun… dedi.
Asla beklemediğimiz bu hitâp, aynı zamanda istikbâlin teşhisi idi. Paşa, elini uzatan bu mübarek insanın elini öpmek ister gibi eğildi. O, üzerinde üniforması olan Anafartalar Kahramanını muhabbetle kucakladı ve yanındaki zevatı bir bir tanıttı. Millî Mücadele’de ilk defa bütün bir şehir, safhalarını öğrenme ihtiyacı duymadan, çetinliği besbelli vatan kurtuluşu mücadelesinin bayrağını açma kararındaki bir evladının safına katılıyor ve bunu, mübarek bir din adamının rehberliği, delâleti, öncülüğü ile yerine getiriyordu. O gece yanında miralay(albay) Kâzım, başyaveri Cevad Abbas kaldığımız zaman gözleri buğulu Mustafa Kemal, kendisinin İstanbul’a dönmesini isteyen Sadrıazam Ferit Paşanın bir saat önce aldığımız telgrafını okuyarak:
- Buna en güzel cevabı, Müftü Hacı Tevfik Efendi verdi… dedi.
O günkü coşkuyu ve heyecanı yaşamış olan Vaiz Abdurrahman Kâmil Efendi’nin torunu Nafiz YETKİN, hatıralarında karşılama törenini şu şekilde anlatıyor: (4)
“Mustafa Kemal Paşa Amasya’ya geldiği zaman, ben 12 yaşında Amasya Mekteb-i Sultanî, İbtidaî beşinci sınıfta idim. Babam Mekteb-i Sultanîde yabancı dil, Arapça, Farsça ve din dersleri öğretmeni idi. Çok iyi hatırlıyorum, okulda Mustafa Kemal Paşa askerleri teftişe gelecekmiş.
O’nu karşılamaya gideceğiz diye konuşmalar oluyordu. Öğretmenlerde bir telâş var, biz yaşımız icabı olsa gerek bu teftişten bir şey anlamıyoruz. Nihayet 12 Haziran Perşembe günü sabahı temiz elbiselerimizi giyerek okula geldik. Öğretmenler bizi gözden geçirdikten sonra sıraya dizdiler. Amasya’nın Samsun tarafından gelen yolun üst kısmında bulunan Cülus tepe denilen yere getirdiler. Bir düdük sesi ile dur ve rahat emri verdiler. Bizleri çimlerin üzerine oturttular. Cülus tepenin daha ilerisinde bulunan Gezirlik mevkiinde yayalar ve daha ileri ve Boğaz mevkiinde atlı arabası olan kişiler Mustafa Kemal Paşa’yı karşılamak üzere gitmişlerdi.
Biz Cülus tepede bizi bekleyen bir nöbetçi öğretmen ile kaldık. Diğer öğretmenler daha ileri gitmişlerdi. Akşam yaklaşıyor, biz hâlâ bekliyorduk. Şu heyecanlı ânı hiç unutamam. Amasyalı Ziya Efendi adında bir jandarma çavuşu vardı. Atını koşturarak bulunduğumuz yere geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın geldiğini bildirdi. Biz çılgınca alkış tutturduk. Tutturduk ama haberi geldi, Mustafa Kemal Paşa gelmedi. Öğretmenlerimiz soluk soluğa koşarak yanımıza geldiler. Hemen bir düdük sesi ile bizleri bir araya toplayıp yolun kenarına getirerek, muntazam bir şekilde dizdiler.
Hava kararmaya başladı. Orada bulunan fenerleri yakılmış, önlerinde siyah kalpaklı, yakası açık, cepleri üzerinden ceketli, çizmeli, mahmuzları pırıl pırıl parlayan dizden yukarısı geniş pantolonlu, sert adımlar atan kahramanın yanında bulunan arkadaşları ile birlikte geldiğini gördük. Arkasında atlı, arabalı, yaya yürüyen karşılayıcılarla birlikte önümüze kadar geldi durdu. Etrafa bakmıyordu, halk kaynaştı, etrafında toplandı. Paşa hiç konuşmuyor, keskin bakışlarla etrafa göz gezdiriyordu. Mustafa Kemal Paşa, etrafı süzdükten sonra, Merhaba Amasyalılar! dedi. Halkla birlikte biz de Çok yaşa Paşam! diye karşılık verdik.
Karşılıklı tanışma merasiminden sonra Mustafa Kemal Paşa otomobiline bindi, kalabalık halkın büyük tezahüratı ile birlikte yavaş yavaş şehrin merkezine doğru hareket etti. Kuş Köprü (Künç Köprü)’ye kadar gelindiği zaman, köprünün girişinde, ikinci bir kalabalık ahalinin sevgi gösterileriyle karşılaştılar. Bu sevgi gösterisi karşısında, Paşa otomobilinden indi, Merhaba Amasyalılar! dedi. Artık Amasyalılarla tek yürek olunmuştu. Dilek ve istekleri dinlemeye başladı. Hem yürüyor, hem dinliyordu. Bu yürüyüş Hükümet Konağı’nın önünde noktalandı.”
DİP NOTLAR :
(1) Cemal KUTAY, İstiklâl Savaşının Maneviyat Ordusu 1, Cemal Kutay Kitaplığı:4, İstanbul 1977, s. 7-9
(2) Cemal KUTAY, İstiklâl Savaşının Maneviyat Ordusu 1, Cemal Kutay Kitaplığı:4, İstanbul 1977, s. 138-139
(3) Mustafa Kemal’i karşılayan heyet üyeleri : Hacı Hafız Tevfik Efendi (Müftü, İl Genel Meclisi Üyesi), Abdurrahman Kâmil Efendi (Vaiz), Topçuzade Mustafa Bey (Belediye Başkanı), Hoca Burhaneddin Efendi, Şeyh Cemaleddin Efendi, Harputîzade Hasan Efendi, Ali Efendi (Eytam Müdürü), Hacımahmutzade Mehmet Efendi, Miralayzade Hamdi Efendi, Kofzade Hafız Mustafa Efendi, Şirinzade Mahmut Efendi, Melekzade Süleyman Efendi, Kahvecizade Mehmet Efendi, Veysibeyzade Sıtkı Bey, Seyfizade Ragıp Efendi, Arpcızade Hürrem Bey, Topçuzade Hilmi Bey, Yumukzade Hamdi Efendi, İsmail Hakkı Paşa, Yörgüçzade Rasim Efendi, Lütfi Bey, Komiser İsmail Bey, Komiser Muavini Osman Efendi, Abdurrahman Rahmi Efendi (Telgraf Memuru)
(4) Hüseyin MENÇ, Millî Mücadele Yıllarında Amasya Portreler - Belgeler, Ankara, 1992, s. 32-33

ERZURUM’DAN SİVAS’A DOĞRU…05.06.2007

23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi yapıldı.
……
Sivas Kongresine şark vilâyetleri delegesi olarak kimlerin katılacağı kararlaştırıldı: Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey, Hoca Raif Efendi, Erzincan’da bulunan Şeyh Fevzi Efendi ve Sivas’ta bulunan Bekir Sami Bey.
Ancak Sivas’a gitmek için yalnız delegeleri tayin etmiş olmak yeterli değildi. Üç şey lâzımdı:
1. Nakliye aracı,
2. Paşanın karargâhını nakil,
3. Delegelerin ve sivil karargâhın yol ve iaşe masraflarını karşılayacak para.
Bunun ikisi kolaydı. Zor olanı üçüncüsü idi. Yani, para. Erzurum’a geldiği zaman Paşa’nın sekiz yüz lira kadar birikmiş parası vardı. Bizlerin de beş on kuruşumuz. Fakat meşhur şark sözüdür:
- Bu ısıya kar mı dayanır?
Derler. Bizim sivil karargâhın masraflarına da para dayandırmak kolay değildi. Buna rağmen en asgarî hayat şartlarına tâbi olarak ve askerî tabldottan yemek alarak geçiniyorduk. Genel masrafları ve ihtiyaçları karşılarken para, bütün ihtimamıza rağmen suyunu çekmekteydi. Hem 800-1000 liranın ne hükmü olurdu ve kaç gün sürerdi?
Sivil karargâhımızın bilinen tabiri ile ayvazlığını ben yapıyordum. Paşa, para ile meşgul olmaktan hoşlanmazdı. Alış veriş etmeyi ve her türlü gelir ve giderle meşgul olmayı bana bırakmış, sekiz yüz lirasını da yine bana vermişti. Bunun içindir ki, para konusunda sıkıntılı vaziyette idik ve cepten yiyorduk. Paşa:
- Hazırlığımız tamamlandı mı, Ağustosun tam yirmi dokuzuncu günü hareket edebiliyor muyuz?
Dedikçe, âdeta beynim burgu ile delinircesine zonkluyor, gözlerim:
-Parrrra!..
Diye kararıyordu. Paşanın azim ve cesaretini kırmamak için ona:
- Ne ile gideceğiz, para nerede?..
De diyemiyordum. Fakat, nihayet hakikat bir gün Paşa’nın da karşısına dikilmişti. Bu hâdisenin nasıl cereyan ettiğini aynen hâtıra defterimden nakletmeliyim:
25 Ağustos 1335(1919)
Bugün Hüsrev (Gerede) Beyle beraber pederi Mehmet Al Paşa’nın kabrini ziyarete gittik. Mehmet Ali Paşa Edirne’de İkinci Ordu Piyade Fırkası Kumandanı ve ferik rütbesini haiz bulunurken Erzurum’a nakledilmiş ve burada ölmüş, çok sevilen bir asker ve hürriyet severmiş. Kendisine diğer maruf zevatın kabirleri yanında bir mezar yapılmış. Bu arada Kerebineli Bekir’in mezarını da ziyaret ettik.
Dönüşte belediyeye uğradım. Belediye reisi Zâkir Efendiye:
-Dostum, Paşa bizi sıkıştırıyor, yola çıkmamıza bir şey kalmadı. Ancak üç dört yaylı arabaya ihtiyacımız olacak. Bunları temin edebilir miyiz ve kaç lira ödememiz gerekir?
Diye sordum. Zâkir Efendi:
- Arabaları yüzer liraya pazarlık eder, göndertirim.
Dedi ve:
- Merak etmeyiniz. Bu hususta en küçük bir sıkıntı bahis mevzuu olamaz.
Diye teminat verdi. Tabiî, teşekkür ettim ve hoşbeşten sonra kendisinden ayrıldım. Belediye reisi büyük bir dostluk ve yardım temin ediyor. Yüz liraya araba sudan ucuz. Araba bulmak da ayrıca bir nüfuz meselesi. Ancak, yüzer liradan dört yüz lirayı bulma büyük mesele.
Düşüne düşüne evin yolunu tuttum.
Akşam yemeğinde Paşa, yine Sivas yolculuğuna bahsi intikal ettirerek sordu:
- Hazır mıyız?
Ve, düşündüklerini anlattı, ben de:
- Elimizde çürük çarık üç otomobil var. Karoserileri berbat. Körükleri yırtık pırtık. Güneşin zararı yok. Fakat, yağmur yağarsa fena. Lâmbaları da yok. Karpit yakacağız. Geceleri yola devam etmek mecburiyetinde kalırsak karpit de yanmaz. Burada karpit tedarik edebilmenin de imkanı yok.
- Çürük çarık, yırtık pırtık, lâmbalı lâmbasız gideceğiz. Ancak üç otomobil hepimizi ve eşyamızı nakle kâfi mi?
Diye sordu.
-Tabiî kâfi değil.
Cevabını verdim. Hemen taksimi yaptı:
-Rauf, Süreyya, Hüsrev, Raif Beylerle sen, Cevat Abbas ve Muzaffer otomobillere taksim oluruz. Şeyh Fevzi Efendi için de yer ayırır, kendisini Erzincan’dan alırız. Recep Zühtü, Hayati, Memduh ve diğer zabit arkadaşlarla eşyalarımız da arkadan ve araba ile gelirler.
- Güzel paşam. Ben de böyle düşünüyordum. Ancak, üç dört arabaya ihtiyacımız var.
Bugün belediye reisi ile görüştüm. Ucuzca bize araba temin edecek. Fakat 400 lira kadar bir paraya ihtiyacımız olacak.
Dedim ve ilâve ettim:
-Tabiî yol boyunca ve Sivas’ta da paraya ihtiyacımız olacak. Kasamızsa malûm!
Paşanın bu anda üzgün bir sima iktisap ettiğini gerçekten üzülerek hissettim. Kaşlarını çatarak ve dişlerini sıkarak gözlerini masanın üzerinde duran kahve fincanına dikti ve hafifi bir sesle:
- Evet bir de para meselemiz var.
Diye söylendi. Onun bu anını ve bu hâlini görüp de üzülmemenin imkanı yoktu.
Bir millet mücadelesinin ve bir millet kurtuluşunun yolunda üniformasına ve kesesindeki sekiz yüz lirasına kadar maddî her şeyini kaybeden ve bütün, zekâ enerji ve mâna kudretini büyük idealine hasreden bir adamın artık hiç olmazsa para mevzuu ile ilgisi olmamalı; bin bir gaile içinde onu düşünmekten âzade bulunmalı idi.
Onun içindir ki, Paşa’nın:
- Evet… bir de para meselemiz var…
Deyişindeki ıztırabı hisseder etmez, onun daha çok üzülmesine, düşünmesine fırsat vermemek için:
- Paşam, siz bu mevzuu ile meşgul olmayınız. Elbette bir tedbir düşüneceğiz.
Diyerek ve mevzuu değiştirmek kasdiyle ortaya manda mevzuunu attım:
- Paşam, Sivas’ta galiba manda meselesi bizi çok üzecek ve yoracak…
Dedim. Hakikaten Paşa’nın bam teline dokunmuşum. İdealist ve heyecanlı adam, birden yerinden fırladı ve:
- Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz himayesine terk etmekle kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını temin etmek için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk istiklâlini feda ediyorlar!
Dedi. Odada gezinmeye başladı ve arkasından tabiî her heyecan duyduğu anda olduğu gibi:
- Ali, bize kahve getir…
Diye seslendi.
Ve… belki bir saate yakın bir zaman manda mevzuu ve İstanbul’daki cereyanın taraftarlığını yapanlar hakkındaki fikirlerini izah etti.
……………
Hayat, hakikaten sürprizler, tesadüfler ve mucizelerle dolu. Paşa’ya para sıkıntımızı söylediğim günün ertesi idi. Kafamın içi tedbir aramakla meşgul idi.
- Yabancı bir muhitteyiz. Geniş ölçüde misafirperverlik görüyoruz. Fakat, kimden borç isteyebiliriz ve neyi karşılık gösterebiliriz ?..
Diye düşünüyordum. Satılacak, savulacak bir şeyimiz de yoktu. Benim bir altın saat kösteğim vardı, hatta onu dahi nakde tahvil etmiştim.
İşte, ben bu düşünceler içindeyken Paşa’nın beni aradığını haber verdiler. Yanına gittim. Paşa, âdeta sevinerek:
- Mazhar Müfit tamam, yol paramız var.
Dedi ve:
- Al sana bin lira.
Diyerek para destesini uzattı. Ä miyane tâbiri ile afalladım; fakat, bir hayli de geniş bir nefes aldım.
- Paşam, nasıl oldu bu?
Dedim. Parmağı ile dudaklarını kapayarak:
- Üzümünü ye, bağını sorma…
Dedi. Tabiî bir defa daha bu parayı nereden bulduğunu Paşa’ya sormadım. Ancak ve muhakkak ki içime ve zihnime ukde olmuştu.
Bir gün Sivas’ta yine para mevzuunu aramızda görüşürken:
- Paşam, Erzurum’daki bin lirayı nasıl bulmuştunuz; yoksa, hususî ve saklı paranız mı idi?
Dedim. Güldü:
- Tam.. Saklı para…
Diyerek ilâve etti:
- Müdafaai hukuktaki arkadaşlarımızın yardımı oldu.
Ve yine… hiçbir fazla bilgi katmadı. Yıllardan sonradır ki, bu paranın hem dedikodusu oldu, hem de ben Paşa’nın benden sakladığı hakikati öğrenmiş bulundum.
Dedikodu yapanlar:
- Paşa, Erzurum’da Kâzım Diriğe, yol paramız yok, Sivas’a gidebilmemiz için bunu temin et.. demiş ve Kâzım Dirik de halktan para toplatmış.
Diyorlardı. Bu muhakkak ki, bir iftira idi ve Paşa’nın karakterini bilenler için inanılmasına imkan olmayan adî bir dedikodu. Nitekim de senelerden sonra hakikat bütün açıklığı ile göz önüne çıktı ve vak’a aynı zamanda vatanseverlik yolunda Türk milletinin ne yüksek kabiliyet ve cevherler muhafaza ettiğinin bir misâlini de göz önüne çıkardı.
Şimdi, bu paranın nasıl ve kim tarafından temin edilmiş olduğunu anlatayım:
Yıllardan sonra bir gündü. Ankara’da parti binası önünde Cevat DURSUNOĞLU’na rastladım. Henüz milletvekili olmamıştı. Maarif Vekâletindeydi. Erzurum’daki hayatımızı ve çalışmalarımızı andık. Kendisine:
- Erzurum’dan itibaren her şeyi hâtıratımda tespit etmiş bulunuyorum. Ancak, biz Sivas’a hareket ederken Paşa’ya verilen 1000 liranın iç yüzünü öğrenemedim.
Dedim. Cevat Dursunoğlu gülerek ve:
- Biz gönderdik..
Diyerek şu tafsilâtı verdi:
“- Ağustos sonlarına doğru siz Sivas’a hareket hazırlığında idiniz. Bizden, Mustafa Kemal Paşa ile en ziyade, malûmunuz ya Kâzım temas ederdi. Biz, bir gün gazeteci Necati’nin evinde idik. O sıra Kâzım da geldi.
Arkadaşlar Mustafa Kemal Paşa hazırlıkta, fakat yol masrafına nizamname mucibince bizim, yani Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin yardımı lâzımdır, bu vazifemizdir dedi. Hakikaten Heyet-i Temsiliye’nin masraflarını karşılamak, teşkilâta ait bir vazifeydi. Mevcudumuz ancak seksen lira kadardı. Halbuki bin lira kadar bir para temin etmek gerekti. Bizde ise bir şeyler yok. Muhacerette çoluk çocuğumuzun ziynet eşyasına kadar ekmek parasına sarfetmiştik. Vaziyetimiz fena idi. Bizi en ziyade sıkan cihet,bidayette böyle bunalırsak, daha büyüyk ilerde ne yapacaktık? Allah razı olsun heyeti faale azâsından emekli binbaşı Süleyman Bey imdadımıza yetişti. Tasarruf ettiği dokuz yüz lirası varmış, bunu verdi. Biz de Kâzım’la Mustafa Kemal Paşa’ya yolladık. Benim (Millî Mücadelede Erzurum Kongresi) adı ile hazırladığım kitabımda bu hususta izahat vereceğim.”
Ve Cevat Dursunoğlu, hakikaten kitabında bu tafsilâtı verdi.

Günümüzde yaşayanlar, yaşananlara bakarak ibret almalıdır ki sahip olduklarımızın kıymetini bilelim..

                 İSTANBUL'UN FETHİNİN 554. YILDÖNÜMÜNÜN HATIRLATTIKLARI 26.05.2007

“Letüftehanne’l-Kostantiniyye tü feleni’mel-emîru emîruha veleni’mel ceyşu zâlike’l-ceyş.”
“İstanbul muhakkak feth olunacaktır.
Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerdir.”
Hz. Muhammed (SAS)


Konu ile ilgili resimlere
Gir bak

FETİH MARŞI

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiler, kalyonlar çekilecek...
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek...

Yürü: Hâlâ, ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden...
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen... Gönüldesin, baştasın:
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Yüzüne çarpmak gerek, zamanenin fendini,
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır;
Haydi, artık, uyuyan destanını uyandır!

Bilmem neden gündelik işlerle telâştasın?
Kızım, sende Fatihler doğuracak yaştasın;

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan;
Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan’dan...

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın...
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü, arslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hâlâ ne diye, kendinle savaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Arif Nihat ASYA


İstanbul’un Fethini Gerekli Kılan Sebepler

Türkler, Asya’da Anadolu ve Avrupa’da Rumeli topraklarını ele geçirmişlerdi. Osmanlı Devleti toprakları arasında denizdeki bir ada gibi kalan Bizans İmparatorluğu, bir çıban başı durumundaydı.
Bizans varlığını sürdürmek için Haçlıları, Osmanlılara karşı devamlı tahrik ve teşvik ediyor, Anadolu’daki Türk beyliklerini kışkırtıyordu. Osmanlı Devleti’ndeki şehzâdeler arasındaki saltanat kavgalarını körüklüyor ve kardeş kanı dökülmesine sebep oluyordu. Rumeli ve Anadolu’da yapılan savaşlarda, Osmanlı ordusunun karşı yakaya geçirilmesinde çeşitli güçlükler çıkarıyordu.
Osmanlı Devleti’nin askerî, coğrafî ve ekonomik bakımlardan gelişmesi için, boğazları tam anlamıyla kontrol altına alması gerekiyordu. İstanbul’un fethi ile Karadeniz ticareti Türklerin eline geçmiş olacaktı.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in geleceğe ışık tutan “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerdir.” hadis-i şeriflerindeki müjde ve övgüye kavuşmak hasreti ile Araplar ve Tükler tarafından İstanbul birçok defa kuşatılmış, fakat alınamamıştı. Başka bir hadiste de İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceği şöyle haber verilmişti:
“ Hazreti Peygamber ashabına şöyle buyurmuştu. Bir tarafı karaya, iki tarafı denize bakan bir şehirden konuşulduğunu duydunuz mu? Ashab:
- Evet, ya Resullah, karşılığını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
- Bu şehir, Hz. İshak’ın yetmiş bin torunu tarafından feth olunmadan kıyamet kopmayacaktır. Onlar şehir tabyalarına yaklaşırken silâhlarıyla, mancınıklarıyla değil, sadece Lâ ilâhe illâllah ve Allahu Ekber sözleriyle savaşacaklardır. O vakit denize bakan yönlerden biri yıkılacaktır. Sonra diğeri de düşecektir. Sonunda kara tarafındaki surlar da düşecek ve üsütün gelenler şehre gireceklerdir.”
Sultan II. Mehmet, İstanbul’u fethetme kararını bildirmek için topladığı mecliste:”Biliyorsunuz ki, önümüzde tarihlerde yazılı, dillerde meşhur Bağ-ı İrem’in kendisinden bir köşe sayılacağı belde-i Tayyibe vardır ki adı Kostantiniyye’dir. Böyle değerli bir yerin benim ülkemin ortasında, vilâyetlerimin arasında bulunup da zamanımda asiler durağı, bağiler yatağı ve küfr ocağı olarak kalması uygun düşmez.” demekte ve İstanbul’u fetih arzusunu açıkça göstermektedir.

İstanbul’u Fethetmek İçin Yapılan Hazırlıklar

İstanbul, Avarlar(626) ve Macarlar(959) tarafından birer; İslâm orduları tarafından Emevîler(661-750) zamanında beş ve Abbasîler zamanında da(750-1258) beş olmak üzere toplam 12 defa kuşatılmış, fakat alınamamıştır.
II. Mehmet’ten önceki Osmanlı hükümdarlarından Yıldırım Bayezit dört(1391, 1395, 1396, 1400), Çelebi Mehmet bir(1412) ve II. Murat tarafından bir defa(1422) kuşatılmıştır. İstanbul, yapılan bu altı kuşatma sonucunda da çeşitli sebeplerle fethedilememiştir.
İstanbul’u fethetmenin zorluklarını ve tarihi iyi bilen Sultan II. Mehmet, kendisinden öncekiler gibi başarısız olmak istemediğinden iki yıl boyunca süren hazırlıklar yaptı. Hazırlık çalışmalarında hiçbir şeyi şansa bırakmadı. Her şeyi ein ince noktalarına kadar plânladı ve hesapladı.
Sağlam ve yıkılması imkânsız gibi görünen surlara sahip Bizans’a yardımın, ancak boğazlar yolu ile denizden gelmesi mümkündü. İstanbul’u düşürmek için her şeyden önce, dışarıdan gelecek yardımın önlenmesi gerekliydi. Bunun için de İstanbul Boğazı’na hâkim olmak lâzımdı. Boğazdan geçen gemiler Türklerin kontrolunda olmadığı sürece, boğaza hâkim olmak sözde kalırdı. Boğazı kesecek ve her an kontrol aylında bulunduracak bir kalenin yapılması şarttı. Sultan II. Mehmet, Boğaz’ın en dar yerine (600 m), atası Yıldırım Bayezit’in yaptırdığı Anadoluhisarı(Güzelcehisar)’nın tam karşısına Rumelihisarı’nı yaptırdı. 21 Mart 1452’de yapımına başlanan ve dört ayda tamamlanan Rumelihisarı’na, bizzat Sultan II. Mehmet tarafından Boğaz-Kesen adı verildi.
Anadoluhisarı tamir edildi. Her iki kaleye büyük toplar konuldu ve asker yerleştirildi. Bu andan itibaren Boğaz’dan geçecek gemiler, belirli bir vergi vereceklerdi. Emre uymayanlar ise top ateşi ile batırılacaktı. İki denizin arasını kesmek ve kıt’adan kıt’aya ve denizden denize geçişe hâkim olmak için Boğaz-Kesen hisarı ile Boğaz’ın öbür yakasında eski Anadoluhisarı’na yeni bir kısım ilâve edilip toplarla teçhiz edilince; kuşlar bile Akdeniz’den Karadeniz’e geçemez oldular. Böylece her türlü geçişe açık bulunan boğazlar, kıyılarına fiilen hâkim olan Osmanlı Devleti’nin kontroluna geçmiş oldu.
Bizans İmparatorluğu, (28 defa) kuşatmalara dayanmış, şehrin etrafını saran kalın ve muazzam surlarına ç.ok güveniyordu. İstanbul’un surları yer yer iki, hatta üç kat hâlindeydi. Surların önünde 20 m’yi bulan genişlikte ve 9 m. Derinliğinde su hendekleri ile bir sürü engeller bulunuyordu. Sultan II. Mehmet 1452-53 kışını Edirne’de, İstanbul’un sağlam ve kalın surlarını yıkacak büyük topların döküm ve ateş denemeleri ile geçirdi. Şehir dışında büyük bir tophane yaptırdı. Topların planlarını bizzat kendisi çizdi. Mimar Muslihiddin, Mühendis Saruca Sekban ve aslen Macar Urban ustalara surları yıkacak toplar döktürdü. Bu topların en büyüğüne “Şahî” adı verildi. Bir “Şahî” topunun dökümünde 300 kantar (yaklaşık 17 ton) bakır kullanıldı. Bu toplar 1,5 ton (yaklaşık 1200 okka) ağırlığındaki gülleyi 1 km uzaklığa atabilecek güçte idi.
Edirne’deki tophanede toplam üç “Şahî” ve 127 adet diğer toplardan imâl edildi. Ayrıca Sultan II. Mehmet’in icat ettiği “aşırtmalı gülle” atan bir cins havan topu da yapılmıştı. Yetmiş çift manda tarafından ancak çekile bilen “Şahî” topları, 400 askerin yardımı ile iki ayda İstanbul surları önüne taşındı.
Yüzlerce yeni gemi yapılarak Türk donanması güçlendirildi. Avrupa’dan gelebilecek saldırılara karşı Türk akıcıları, sınır boylarında yerlerini almışlardı.
Sultan II. Mehmet başta olmak üzere, hocaları Akşemseddin ve Molla Gurani, Türkleri büyük fetih için hazır duruma getirmişlerdi. Herkes, II. Mehmet’in yüce ve büyük fetih gayesine hizmet ettiğine ve İstanbul’un Türkler tarafından fethedileceğine inanıyordu.

İstanbul’un Fethi(29 Mayıs 1453)

Fetih; bir şeyi açmak, bir ülke veya kaleyi açıp almak demektir. Türk tarihindeki fetihler; sömürge, talan, istilâ ve yağma amaçlarına yönelik değildir. Bir ülkeyi Türk’ün adaletli idaresi altında yaşamaya açmak için yapılmıştır. Bu sebepledir ki, İstanbul’un fethi ile entrikalar içinde yüzmekte olan Bizans’a son verilmiş ve insanlık, Orta Çağ’ın karanlıklarından kurtularak Yeni Çağ’ın aydınlık kapılarını açmıştır.
23 Mart 1453’te Edirne’den hareket eden Sultan II. Mehmet, 5Nisan’da İstanbul surları önüne geldi. Otağ-ı Hümâyûn, Topkapısı önüne kuruldu. İstanbul’un kuşatılmasına 6 Nisan 1453 günü başlandı. Surlar önünde Cuma namazı kılındıktan sonra, İmparatorun teslim teklifini reddetmesi üzerine muharebe başladı. 100.000 kişilik Türk ordusu karadan, 170 parçalık donanma ise denizden şehri muhasara etti. Türk ordusunun sağ kanadına Mahmut Paşa ile İshak Paşa, sol kanadına Karaca Paşa komuta ediyordu. Merkezde ise Sultan II. Mehmet bulunuyordu.
Bizanslılar, Haliç’in girişini kalın bir zincir gererek kapatmışlardı. Bizans’a her taraftan gönüllüler ve mühimmat yardımı gelmişti. 30.000 kişilik bir kuvvet hazırlanmış, surlar imparator tarafından tamir ettirilmiş ve düşürülemez bir müstahkem kale hâline getirilmişti. 20 Nisan’da Ceneviz’den gelen yardım kuvveti (4 Ceneviz ve 1 Mora gemisi) Bizanslıları ümitlendirmişti.
Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes, başta Papalığın ve Avrupa’nın yardımını sağlayabilmek için Katolik-Ortodoks ittihadını gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bu durumda İstanbul’daki Ortodoks Patrikliği, Roma’daki Katolik Papa’nın otoritesine giriyor ve bir kardinal derecesine iniyordu. Bizans, Bizanslıktan çıkıyor ve kimlik değiştiriyordu. Papa’nın temsilcisi Kardinal İzidor(İsidore) başında kardinal şapkası ile Ortodoksluğun en büyük mâbedi Ayasofya’da yapılan Katolik usulü âyinde, Bizans halkının nefretini uyandırdı. Aslen Rum olan İzidor, Bizanslılara 1204’te Lâtinlerin yaptığı barbarlığı hatırlattı.
Türklerin vicdan hürriyeti konusunda geniş tolerans sahibi olduğunu bilen Bizanslılar arasında; Türklere taraftar kuvvetli bir Türk partisi meydana gelmişti. Başbakan Lukas Notaras ve sonradan Fatih’in patrik tâyin ettiği büyük bilgin Gennadios, bu partinin liderleri durumunda idiler. Notaras: “Bizans’ta Türk sarığı görmek, Lâtin serpuşunu görmekten daha evlâdır.” diyecek derecede Katoliklere karşı idi. Bu söz, halk tarafından benimsenmişti.
Türkler ve Bizanslılar arasında surların önünde ve denizde çok şiddetli çarpışmalar oldu. Türk toplarının gürültüsü, Bizans halkının manevî gücünü yıkıyor, gülleler surlarda gedikler açıyordu. Bizans halkından eli silâh tutan herkes şehri savunuyordu. Surlarda açılan gedikler, canla başla gece sabaha kadar kapatılıyordu.
Haliç’te zincirin gerisinde, Bizans_Ceneviz_Venedik-Papalık müttefik donanması bulunuyordu. 20 Nisan’da, İstanbul’a yardıma gelen Ceneviz gemilerinin Haliç’ten içeriye girişine Türk donanması engel olamadı. Donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman Bey,Türk donanmasına ters esen rüzgârın etkisiyle düşman gemileri karşısında, büyük gayretine rağmen başarılı olamadı. Bunun üzerine Baltaoğlu Süleyman Bey azledildi. Bu mağlubiyet, Sultan II. Mehmet’i çok kızdırmış ve atını denize sürmüştü.
Havan topu ile ilk atış, 21 Nisan’da bu donanma üzerine yapıldı. Haliç tarafından tesirli hücumun yapılamadığını ve donanmanın hareketsiz kaldığını gören Sultan II. Mehmet, 22 Nisan gecesi 70 küçük gemilik Türk donanmasını, Tophane ve Beyoğlu’ndan Kasımpaşa üzerinden karadan yürüterek Haliç’e indirdi. Sultan II. Mehmet’in askerlik dehasına mahsus bu hadise, o zamanki tekniğin çok üstünde olan bir başarı olarak görülebilir. Düşmanın haber almasına fırsat verilmeden, bir gece içinde başarılan bu hareket; Bizans’ın savunma gücüne indirilen bir darbe idi. Türk ince donanması karadan yürütülürken, Kasımpaşa sırtlarından Zağanos Paşa, havan toplarını ateşleyerek düşmanın dikkatini üzerine çekmişti.
Sultan II. Mehmet’in amansız düşmanı Bizans prensi ve tarihçi Dukas eserinde, karadan donanma yürütme işinde II. Mehmet’in dehasını ve başarısını: “Böyle bir hârikayı kim gördü ve kim işitti? Keyahsar denizde köprü inşa ederek karada yürür gibi, bu köprü üstünden karşıya asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük padişahı olan II. Mehmet, karayı denize tahvil etti. Gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Bu adam, Keyahsar’ı da geçti. Zira Keyahsar, Çanakkale Boğazı’nı geçti ve Atinalılara mağlup olarak perişan bir hâlde geri döndü. Mehmet ise karayı, denizde olduğu gibi geçti. Bizanslıları mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul’u yani dünyayı süsleyen şehirlerin kraliçesini fetheyledi.” sözleri ile belirtmektedir.
Bizans, Türk toplarına millî silâhı olan Rum ateşi (Greguvar ateşi) ile karşılık veriyordu. Yapılışı yüzlerce yıldır Bizanslılar tarafından sır olarak saklanan bu ateş, üzerine su atıldığında daha fazla alevleniyordu. Türklerin büyük kayıplar vermesine sebep olmuştu.
Nihayet 29 Mayıs 1453 Salı günü yapılan büyük ve nihaî Türk taarruzu ile İstanbul fethedildi. Ulubatlı Hasan adlı Türk eri, Türk bayrağını Topkapısı surlarına dikti. Sultan II.Mehmet, Topkapısı’ndan öğle üzeri İstanbul’a girdi. Türk askerinin ezan ve tekbir sesleri, Bizans halının tezahüratı ve alkışları arasında Fatih ve Roma İmparatoru olarak Ayasofya’ya geldi. Fatih Sultan Mehmet’i atının üzerinde mâbedin kapısında gören halk ve rahipler secdeye kapanarak merhamet dilediler. Fatih, onlara: “Kalkınız! Ben Sultan Mehmet, hepinize söylüyorum ki, bu andan itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda gazab-ı şâhanemden korkmayınız!” dedi.
Fatih’in kendi tebaası sıfatıyla Bizanslılara hürriyetleri, mezhep serbestliği ve canlarından emin olmalarını ve onlara adalet getirdiğini söylemesi; Orta Çağ’ın havsalasının kabul edemeyeceği bir durumdu. Bu davranışı ile Yeni Çağ’ı müjdeliyordu.

Fethin Sonuçları,Türk ve Dünya Tarihi Bakımından Önemi

Yukarıda belirtildiği gibi dinî, siyasî ve ekonomik sebeplerden İstanbul’un fethi, Türk ve dünya tarihi bakımından önemli neticeler meydana getirdi.

Türk Tarihi Açısından
a. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in, İstanbul’un mutlaka fethedileceğine dair hadis-i şerifindeki mucize gerçekleşti. Peygamberimizin mucizesine ve saadetle tebşirine Türk milleti ve Türk ordusu mazhar oldu. İslâm âleminde Türk ordusunun Allah’ın ordusu (Cund Allah) olduğu anlaşılıp kabul edildi.

b. 28 defa kuşatılan fakat bir türlü alınamayan İstanbul’un fethini, 29. kuşatmada gerçekleştiren Osmanlı hükümdarı Sultan II. Mehmet’e Fatih unvanı verildi. Sultan, fethi gerçekleştirdiğinde 21 yaşında idi.


c. Türk toprakları arasında bir çıban başı gibi kalmış, entrika yuvası hâline gelmiş, ahlâken ve manen çökmüş, Haçlı seferlerinin düzenleyicisi bin yıllık Bizans İmparatorluğu yıkıldı ve İstanbul Türkler tarafından fethedildi.

d. İstanbul’un fethi (Feth-i Mübîn), İslâm âleminde büyük bir sevinçle karşılandı. Memlûk sultanı, Fatih’e elçi göndererek tebrik etti ve Kahire’de günlerce süren donanma şenliği yaptırdı. Saltanat tablhanesi (Mehter) halka günlerce konser verdi. Kahire’deki Abbasî halifesinin emriyle camilerde Türk şehitlerinin ruhlarına dualar edildi. Ayrıca Güney Hindistan (Behmenî) sultanı Alâeddin II. Ahmet Behmen-Şah elçiler gönderip Fatih’e tebriklerini bildirdi.


e. Boğazların hâkimiyeti Türklerin eline geçti. Böylece Anadolu’nun tamamen ve ebediyyen Türk yurdu olarak kalması ve Müslümanlığın Orta-Doğu’daki varlığının devamı sağlandı.

f. Karadeniz üzerinden yapılmakta olan İpek Yolu ticaretinin kontrolü Türklerin eline geçti.


g. Hristiyanların ulu mâbedi Ayasofya Kilisesi Türklerin eline geçti ve camiye çevrildi. Böylece Türk cihân hâkimiyetinin Kızıl Elma Ülküsünden biri daha gerçekleşti.

h. Osmanlı Devleti’nin “Kuruluş Devri” sona erdi ve “ Yükselme Devri” başladı.

Dünya Tarihi Açısından

a. Hristiyanlığın “doğudaki düşmeyen tek kalesi” İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve Bizans İmparatorluğu’nun yıkılması Haçlıları büyük üzüntüye sevk etti.

b. Haçlıların İstanbul’un fethinde çaresiz kalışı, Avrupa’nın Türkler karşısında güçsüzlüğünü ispatladı.

c. Papa, Türklere karşı bir Haçlı seferi hazırlığına teşebbüs etti. Bunun için aldığı kararlar arasında: “İslâm dini yok edilinceye kadar bütün Hristiyan âlemi, aralarında bir mütareke yapacak ve bu sulh havası en büyük endişe ile muhafaza olunacaktır. Bütün bu emirlere herhangi bir surette itaatsizlik gösteren şahıs, kim olursa olsun aforoz edilecek ve işkence ile ölüme mahkûm olacaktır. Eğer bu itaatsizlik bir cemaat, bir memleket ve devlet tarafından irtikâp edilecek olursa, bütün bir cemaat, memleket ve devlete aynı cezalar yüklenecektir.” esasları bulunmaktaydı.

d. Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Bizans ileri gelenleri tarafından “Cihan Ortodoks Patriği” seçilen Gennadios’un patrikliğini tasdik etti. Fatih, Ortodoksluğun tek hamisi ve Roma İmparatoru olduğunu ilân etti. Patrik bu tasdiki kabul etmekle, Osmanlı hükümdarını hukuken Roma İmparatoru tanımış oluyordu. Böylece, Ortodoks mezhebinin hamisi sıfatıyla Fatih, Katolik ve Ortodoks âleminin birleşmesine ebedî olarak set çekti. Kanunî Sultan Süleyman da Avrupa’daki Hristiyan birliğinin gerçekleşmesini engellemek için, atasından ilham alarak Protestanları destekleyecektir.

Fatih, aynı zamanda Ortodokslara vicdan hürriyeti tanıdı. Onlara hak ve adalet ölçüleri içinde davrandı. Hak, adalet, vicdan ve fikir hürriyeti; o zamana kadar Avrupalıların bilmedikleri, duymadıkları kavramlardı. Orta Çağ’ın “Feodalite Sistemi” içinde hak, adalet, hürriyet ve vicdan serbestliğinden habersiz ve mahrum yaşayan Haçlılar; gözlerini hasretle Osmanlı Devleti’ne çevirdiler. Hatta bazı Almanlar, Türklerin Almanya’ya gelerek ülkelerindeki haksızlık ve adaletsizliği önleyecekleri ümidine bile düştüler.

e. Türk toplarının, yıkılmaz kabul edilen İstanbul surlarını yıkması; Türk topçuluğunun savaşlardaki kudret ve önemini bütün dünyaya ispat etti. Fatih’in bizzat planladığı ve balistik hesaplarını yaprak gerçekleştirdiği bu askerî inkılâp, Avrupa’daki derebeylerin şatolarının yıkılmasına sebep oldu. “Feodalite rejimi” yıkılarak Avrupa’da millî devletler kuruldu.

f. İstanbul’un fethinden sonra topun önemi bütün Avrupa tarafından kabul edildi. Pusula ve barutu Haçlı seferleri ile Türklerden ve Müslümanlardan öğrenen Avrupa, gemilerine de top yerleştirdi. Doğudan batıya gelen İpek Yolu’nun Türklerin eline geçmesi, ile doğu yolu kesilen Avrupalılar; doğuya giderek ipek ve baharatı yerinden almak için büyük denizlere açıldılar. Coğrafî keşifler başladı.

g. Bizans İmparatorluğu, Orta Çağ’ın barbarlaşmış Avrupa’sına göre düşünce, sanat ve kültür yönünden zengin bir devlet idi. Özellikle İtalyanlar; kubbe, mozaik, renkli cam, minyatür ve el yazması sanatlarını öğrenmek için Bizans’a gelirlerdi. Bu arada hukuk, ticaret ve maliye kurallarını araştırırlardı. Hristiyanlığın yıkılmaz kalesinin çökmesi neticesinde, Bizanslı bilginler İtalya’ya gittiler. Bizans’ın çöküş sebeplerini araştırmaya başladılar. Roma’nın İlk Çağ’daki üstünlük sebeplerini bulabilmek için, bilim ve sanatta İlk Çağ kültür eserlerini incelediler. Böylece Avrupa’da Rönesans hareketleri başladı.

İstanbul fethi, Türk ve dünya Tarihinde Orta Çağ’ın kapanıp Yeni Çağ’ın açılmasını temin etmiştir. İnsanlığa modern çağların yolunu açan Feth-i Mübîn, dünya tarihinin en önemli olayı ve önemli olayların başlangıcıdır.

İstanbul’un fetih yıldönümünün kendimizi ve millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmada kıvılcım olması dileğiyle…

                           GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER…(1)  17.12.2006

Ankara/Kızılay’da bir apartman dairesi. İki Sarıyahşili karşılıklı sohbet etmektedir. Konuşmalarını dinleyelim:
-Sarıyahşi sosyal, kültürel ve ekonomik bakımlardan neden kabuğunu kıramıyor?
-Haklısın… Ama öncelikle Sarıyahşi’nin sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerden mevcut durumunu inceleyerek sebepleri ve çözüm yollarını ortaya koymak gerekmez mi?..
- Neden olmasın!.. Önce sosyal durumundan başlayalım: Sarıyahşi’de yaşayan insanların Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk milleti ve Türk vatanı ile herhangi bir meselesi yoktur.
- Öyle deme!.. Meselâ, 12 Eylül 1980 öncesi Şereflikoçhisar’daki ideolojik ve siyasî gelişmeler Sarıyahşi’de de etkisini göstermişti. Bunun gibi özellikle yurt dışına giden Sarıyahşililer, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde millî ve dinî değerlerini yaşama arzusu göstermişler, buna karşılık bir takım güçlüklerle karşılaşmışlardır.
- Bu güçlükleri aşmak/çözmek için neler yapmışlardır?..
- Öncelikle belirmeliyim ki… Bu durum sadece Sarıyahşililer için geçerli değildir. Yurt dışına çalışmaya giden bütün Türk vatandaşları için geçerlidir.
- Bu görüşlerinize kısmen katılıyorum. Çünkü başta Sarıyahşi olmak üzere İç Anadolu’dan gidenler dışındakiler millî ve dinî değerlerini yaşamak için “hemşehrilik” bağı ile grup, topluluk, dernek, vakıf gibi bir takım sosyal teşkilâtlanmalara giderek varlıklarını sürdürme ihtiyacını karşılamışlardır.
- Sivil toplum hareketleri denilen bu düzenlemeler hakkında sebep-sonuç ilişkilerinden birini belirtmek gerekir…
- Nedir o?..
- 1877-1878(93) Osmanlı-Rus Harbinden başlayarak 1912-1913 Balkan harpleri, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi sırası ve sonrasında Memâlik-i Osmaniye’nin değişik bölge (Balkanlar, Kafkas ülkeleri…)lerinden Anadolu’ya göçler olmuştur. Bu göçler Türk İstiklâl Harbi sonrasında da Anadolu’da bölgeler ve iller arasında devam etmiştir.
- İyi güzel söylersin de… Sarıyahşi’nin sosyal durumu ile harplerin ve göçlerin ilgisi/ilişkisi nedir? Pek anlayamadım da!..
- Bütün mesele fark edebilmek/farkında olmak…
- Lütfen devam eder misiniz?..
- Harpte düşman işgaline uğrayarak yerini, yurdunu, taşınır ve taşınmaz varlıklarını kaybeden insanların dayanışması, iri olması, diri olması, bir olması ile günlük ihtiyaçlarını karşılamaktan öte faaliyeti olmayan sabit mekanda varlığını sürdüren insanların devlet, millet ve vatana bağlılık… milliyetçilik duygusu bir olur mu?..
- Olması mümkün değildir… Hatta ikinci tip insan, kendisi dışındaki dünyayı erkek ise askerlikte ve sonrasında tanıyacak, kız ise evlendiğinde…
- Bu arada aile ve sosyal grupların daha da ileri giderek bir takım kurum ve kuruluşların faaliyetlerini ve etki alanlarını da gözden kaçırmamalıyız…
- Ne diyebilirim ki!..
- Sarıyahşi’nin harpler sırasında ve sonrasında göçler alması veya vermesi konusunda başka neler söylenebilir?..
- Sarıyahşi ve Şereflikoçhisar, 93 Harbi sonrasında Balkanlardan ve Kafkaslardan göç edip gelen ailelere kucak açmıştır. Dahası Millî Mücadele sonrasında çıkan isyanlara bağlı olarak Tunceli ve Sivas gibi yörelerimizden iskana tabi tutulan ailelerin huzur yeri olmuştur.
- Ne diyorsun? Böyle bir gelişmeyi ilk defa duyuyorum…
- Demek ki yaşadığının farkında olmaya başlıyorsun… Basit bir örnek vereyim: Aslında olağan demokratik bir davranış/tutum olan mahallî seçimlerde-muhtarlık ve belediye başkanlığı- Sarıyahşi’ye göç eden insanlar ile Sarıyahşi sakinlerinin gruplaşmalarını, bu gruplar arası faaliyetleri gözlemlemek, bu gerçeği doğrulamaya yeter de artar bile..
- Bu durum bir çelişki gibi görülebilir ama aynı zamanda bir zenginlik değil midir?
- Akıllı ve ileri görüşlü insanlar için öyledir. Ama kabile, aşiret yaşantısını devam ettirerek kapalı toplum hayatını tercih edenler için değildir.
- Bu tespitten hareketle Sarıyahşililerin etnik, dinî, mezhebî… bakımlardan herhangi bir ayrışmaya uğramaları mümkün müdür?
- Bu soruya sondan başlayıp başa doğru giderek cevap vermek daha uygun olur. “Para; akıllı insanın elinde iyi bir uşak, akılsız insanın elinde ise kötü bir efendidir.” “Makama şerefi veren insandır. Makama oturan insan koltuğu başının üstünde tutarsa alçalır, koltuğun üzerine oturursa yücelir.”… Kısacası para, makam/mevki hırsı insanları değerlerinden uzaklaştırarak koparır ve başkalaştırır. Bizden biri değil ötekilerden biri yapar. Bu nitelikteki bir kişi, Sarıyahşi’nin her türlü zenginlikleri ile beslenir ama vefa borcu/mihnet borcu/ahde vefa duygusundan mahrum olduğundan Sarıyahşililere karşı herhangi bir sorumluluk duymaz. Merhum Sadri Maksudî Arsal’ın “Milliyetçilik Duygusunun Sosyolojik Esasları”, merhum Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişmeleri” adlı eserlerinde bu konular bilimsel anlayışla ele alınıp incelenmiştir. Bilmem, bu eserleri okumak zahmetinde bulundunuz mu?..
- Ben, bahsettiğin okumak gibi boş işlerle uğraşmam. Para ile haşır neşir olmayı tercih ederim. Hem atalarımız ne demiştir: Hayatında “ para sesi, su sesi, kadın sesi”nden nasiplenmemiş insan adam değildir…
- Atalarını bedenî ihtiyaçlarına göre tanımakta usta olduğun anlaşılmaktadır!.. Ortaya koydukların insanın bir yönüne, sadece maddî/bedenî yönüne hitap etmektedir. Unutma ki insan maddî ve manevî yapıdan, birbirini tamamlayan ve dengeleyen beden ve ruhtan ibarettir. Elmanın yarısını görüyor, diğer yarısını görmezden geliyorsun… Bakıyorum ki iki parıldayan göze sahipsin…
- Haklısın!.. Kendimin bile farkında değilim!(?)..
(Devam edecek)
Yrd. Doç. Dr. Kemal KOÇAK

CUMHURİYET DÖNEMİ (1938- ….) HÜKÜMET PROGRAMLARININ TARİH EĞİTİMİNE YANSIMALARI 04.08.2006

Cumhuriyet dönemi hükûmet programlarında eğitim ve kültür politikaları, Atatürk’ün ve dönemindeki fikir ve Devlet adamlarının koydukları esaslara göre tespit edilmiş ve uygulanmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra ise, Atatürk ilkeleri esas olmasına ve Millî Eğitim Bakanlığı programlarına yansımasına rağmen, hükûmetler döneminde aynı titizlik ve cesaretle uygulama imkanı bulamamıştır.
Fevzi, Çakmak başkanlığında, 25 Nisan 1920’de kurulan Muvakkat İcra Encümeni’nin programı 3 Mart 1920’de açıklanmıştır. Dr. Rıza Nur’un Maarif Vekili olduğu İcra Heyeti programındaki esaslar şunlardır :
“ Maarif işlerindeki gayemiz; çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manası ile dinî ve millî bir hâle koymak ve onları cidal-i hayatta muvaffak kılacak, istinadgâhlarını kendi nefislerinde bulduracak kudret-i teşebbüs ve itimad-ı nefis gibi seciyeler verecek, müstahsil bir fikir ve şuur uyandıracak bir derece-i âliyeye i’sâl eylemek, tedrisat-ı resmiyeyi, bütün mekteplerimizi en ilmî, en asrî olan esasat ile kavâin-i sıhhiye dairesinde yeniden tanzim ve programlarını ıslah etmek, mizac-ı millete ve şerâit-i coğrafiye ve iklimiyemize, ananât-ı tarihiye ve ictimaiyemize muvafık ilmî ders kitapları meydana getirmek, halk kütlesinden lügatları toplayarak dilimizin kamusunu yapmak, bizde ruhu milliyi nemalandıracakâsâr-ı tarihiye, ebediye ve ictimaiyeyi erbâbına yazdırmak, âsâr-ı atika-ı milliyeyi tescil ve muhafaza eylemek, garb ve şarkın müellefât-ı ilmiye ve fenniyesini, dilimize tercüme ettirmek, hasılı bir milletin hıfzı hayat ve mevcudiyeti için en mühim âmil olan maarif umûruna dikkat ve gayret-i mahsusa ile çalışmaktır. Bugün ise ilk işimiz mekâtibi mevcudeyi hüsn-i idare etmektir “.

22 Kasım 1924 tarihinde kurulan ikinci Fethi Okyar hükûmetinde Maarif Vekili Şükrü Saraçoğlu’dur. Hükûmetin programı şöyledir :
“ Meclis-i Alinizin yüksek karariyle tevhid-i tedrisât esaslarını kabul ederek selamet yolunu bulmuş olan Maarifimizi aynı yolda yürütmek ve Türk vatanına talim ve terbiyenin muhtaç olduğu intizam ve inzibat altında yeknesak terbiye ve tahsil ile mücehhez, hayat için hazırlanmış gençler yetiştirmek gayemiz olacaktır. Halkımızın maarife karşı gösterdiği büyük alâkayı bihakkın tatmin edebilmek üzere muallim noksanının telâfisine çalışmak ve alelumum mektep programlarıyla mektep teşkilâtının istikrarını temin için lüzumsuz tebeddülâttan ictinap etmek vazifemizdir “.

8 Kasım 1928’de kurulan dördüncü İsmet İnönü Hükûmetinin Millî Eğitim Bakanlıklarını sırasıyla Mustafa Necati, İsmet İnönü, Vasıf Çınar ve Cemal Hüsnü Taray yapmıştır. Hükûmetin programı şöyledir :
“ Türk harflerinin bütün vatandaşlara kapılarının önünde ve işlerinin başında öğretilebilmesi için daha bu sene içinde millet mektepleri teşkilâtı yapacağız. Bu teşkilât şehir ve köy, bütün yurdu kaplayaak, vatandaşların işlerinin maişetlerinin en müsait devirlerinde ve yanlarında ya iki aylık ya da dört aylık kurslar açılacak, şehirde ve köyde mekteplere, muayyen ictima mahallerine gelmeğe vakitleri müsait olmayan vatandaşlar için seyyar muallim teşkilâtı yapılacak; devletin en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün memurları millet mektepleri teşkilâtında ihtiyaca göre çalışacaklar. Reisicumhur Hazretleri millet mektepleri teşkilâtının umumî reisliğini ve baş muallimliğini kabul buyurmuşlardır. Bu teşkilât ile bir senede vatandaşların maişet hayatındaki düzeni hiç sarsmaksızın geçkin yaşlara birkaç yüzbin nüfusu okutabileceğimizi hesap ediyoruz...”

1 Kasım 1937’de kurulan Celâl Bayar Hükûmetinde Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’dır. Hükûmetin programı şöyledir :
“ Parti programımızdaki direktiflere göre, millî kültür sistemimizin inkişafına azami gayret vereceğiz.
İlk öğretim her bakımdan üzerinde en çok duracağımız ve en çok ehemmiyet vereceğimiz mevzudur.
Aile ocağından sonra millî kültür ile ilk temas ilk okullarda başlıyor. Genç vatandaşlar her şeyi benimseyen ve henüz kabiliyeti teessüs etmemiş olan taze zekâsı ile ancak en doğruyu en iyiyi ve en güzeli öğretecek bir müesseseye emanet edilebilir.
İlk tahsilde alınan fena intibaları müteakiben düzenleyebilecek âli bir tahsil sistemi henüz icad edilmemiştir.
Fena bir ilk öğretim, fena bir hayata başlayış demektir. Bu genç vatandaşın karakterinin teşekkülüne mani olur ve hatta bozabilir, bunun içindir ki, ilköğretime en çok ehemmiyet vereceğiz. En kıymetli en iyi yetişmiş ve en kıymetli elemanlarımızı bu işte ve bu iş için adam yetiştirmekle kullanacağız. İyi bir ilkokul öğretmenini en yüksek bir okul öğretmeninden mahiyet itibari ile daha az mühim bir vazife almış saymıyoruz ve kendilerini hayatı ile refahları ile ve bu mühim vazifeyi başarış kabiliyetleri ile en yakından alâkadar olmakta devam edeceğiz... “
“... Millî kültür bakımından büyük önemi olan ve şefin ilim ve kültür sahasında en büyük abidelerinden biri hâlinde daima yükselecek bulunan tarih ve dil araştırmalarımıza ve bunlarla alâkadar işlere hususî ehemmiyet vermeğe devam edeceğiz..”

1. Kültürde Hümanizma Akımının Etkili Olduğu Dönem ( 1938-1950 )
Bu dönemde; Atatürk döneminde gerçekleştirilmesine çalışılan millî tarih ve millî kültüre dayalı Asyatik kökenli milliyetçilik ideolojisi, “ Kültürde Hümanizma “ teziyle millî köklerden koparılarak Greko - Lâtin kaynaklara dönüşmüştür. Millî kültür politikası yerine Türk Hümanizması olarak bilinen akım, millî kültür tezinin alternatifi olmuştur. Böylece, çok isabetli ve rasyonel kararlarla başlatılan milletleşme olgusu, suyu geçerken at değiştirme anlamında bir çıkışla millî köklerden koparılarak Greko-Lâtin kaynaklara yönlendirilmiştir .
Eğitimin yön değiştirmesi denilebilecek bu sapma Türk milletini Batıya değil, Batının köklerini meydana getiren kültlere götürmüştür. 1923 - 1938 yılları arasında devam eden millî eğitim politikası, farklı bir eksene dayandırılmak suretiyle, kimliğinden soyutlanarak “ ünversalizme “ dönüştürülmüş; yeryüzünde “ tek medeniyet ve kültür vardır “ ilkesine bağlı kültür hümanizması modeli Türk eğitim sisteminin programlarını etkilemiştir. Bu programın özellikleri şöyle sıralanabilir :
a. Sistemli ve sürekli bir çeviricilik,
b. Bizden önce bu yollardan geçen milletlerden alınacak dersler,
c. Tarihimizi bu yönde aydınlatmak.
Tarih kitapları ile kültür eserlerinde Rönesans ve Reform hareketlerine daha çok yer verildiği, Lâtin -Yunan hümanizması ayrıntılı bir biçimde ele alınmış olmasına rağmen, Atatürk’le başlayan Orta Asya’ya yönelik millî kültür geleneği devreden çıkarılmıştır. Hümanist politika, tarih öğretiminde ağırlığını daha açık bir biçimde hissettirmiştir. Nitekim, 15 - 21 Şubat 1943 tarihleri arasında Ankara’da toplanan İkinci Maarif Şûrasının açılış konuşmasında Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, tarih programlarının ( muhtevanın ) yüklü oluşu sebeplerini şöyle sıralamaktadır :

“... a) Türk milletinin en eski ve geniş tarihe malik olması,
b) Garp medeniyetine olan alâkalarımız dolayısıyla garp milletleri tarihi üzerinde durmamız,
c) Bütün tarih boyunca kurduğumuz devletlerin ve başka milletlerle olan münasebetlerimizin çokluğu,
d) Cumhuriyet ve İnkılâp tarihimizi çocuklarımızın yetişmesi bakımından teferruatlı şekilde okutmak lüzumu... “

Bu dönemin uygulamalarına aşağıdaki çarpıcı örnekler verilebilir :
9 Temmuz 1942’de kurulan birinci Şükrü Saraçoğlu Hükûmetinde Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’dir. Hükûmet programı Türklük şuuru ile başlamakta ve yapılan hamleler sıralanmaktadır :
“ Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar lâakal o kadar vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız...”

Avrupa’da faşizm çöktükten sonra, ülkemizde ırk teması üzerinde yapılan biyolojik ve morfolojik ölçmeler son bulmuştur. İkinci Dünya Savaşı içinde Başbakan Saraçoğlu’nun ifade ettiği ırk ve kan temaları, Almanların Stalingrat mağlubiyetinden sonra işitilmez olmuştur. Türk Milliyetçiliğinin temsilcilerinden Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu birçok kişi “ Irkçılar ve Turancılar “ nitelemesiyle 1944’te kovuşturmaya uğramışlardır. Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin Sovyetlerle olan ilişkileri bozulmuş, hükûmetin A.B.D.’ye yaklaşma teşebbüsleri başlamıştır. Bunun üzerine, Alparslan Türkeş ve arkadaşları Askerî Yargıtayın kararı ile hapisten çıkmışlardır. Milletleşme sürecinde, milliyetçi ideolojinin yükselmesi ve sapmalar göstermesi üzerinde, iç ve dış politika ilişkilerinin düzenleyici rolünün bulunduğunu söylemek gerekmektedir .
Böylece, ülkemiz 1923-1950 döneminde üç önemli köklü değişiklik yaşadı. Birincisi, Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş önemli bir sosyo - kültürel sancıyla gerçekleştirilmiştir. İkincisi, ümmetten millete dönüşüm, ferdî olmaktan ziyade toplumun tarihî kimliğini etkileyen temellerin hareketlenmesini sağlamıştır. Üçüncüsü, yeni bir düzen, yeni bir kimlik aşılama süreci başlatmıştır. 1923 - 1950 yılları arasındaki 27 yıllık süre içinde ortaya çıkan bu üç radikal atılım istikrarlı, akılcı ve köklere yönelik bir millî eğitim politikasının uygulanmasını engellemiştir. Bu durum, 1950’ler sonrasında, millî kimliğini kazanmış bir eğitim politikası yerine, bu üçlü eğilimin yansımasına sebep olmuştur.

2. Çok Partili Hayat - Demokratikleşme Dönemi ( 1950-1980 )
Bu dönem; birinin yaptığını öteki yıkan ve bu çelişkili kültür politikası dolayısıyla eğitim felsefesi çizgisinin belirsizlikler içine çekildiği bir dönemdir .
“ Çok partili döneme geçiş ile birlikte, yeni iktidar Devrimleri tutan ve tutmayan devrimler olarak yargılamış, özellikle Atatürk Milliyetçiliği ve Laiklik ilkesinden verilen ödünler genişleyerek günümüze kadar gelmiştir. Bu durum, doğal olarak ders kitaplarına yansımış ve başlangıçta ırksal ve dinsel olarak ayrı ayrı görüntüler sergileyen ideolojik etkiler 1980’den sonra Türk - İslâm Sentezi adı altında uzmanlaşmış görünmektedir “ .
Bu dönemde, Osmanlı ve ümmet ideolojisinden ayıklanma süreci sonucunda Batıya açılma ve yalnızca Batıcılaşma süreci yanında, Kültürde Hümanizma taraftarları tek kültür ve tek medeniyet anlayışına dayanarak bir bayrak altında toplanmışlardır.
Türk Millî Eğitim Sisteminin oluşumunda; millî kültür politikası, Türk Hümanizması ve Batılılaşma tezine dayalı bu üç eğilim derin izler bırakarak etkili olmuştur. Yerinde bir ifadeyle nesiller “ deneme tahtası “ görevini üstlenmişlerdir. Bir nesil belirli bir süre millî kültür ortamında yetişmiş, ondan sonraki ikinci nesil Greko - Lâtin köklerin etkisinde kalmıştır. Diğer üçüncü nesil, kendilerinden önceki eğitim politikasının silik izlerini taşımakla birlikte yalnızca Batılılaşmayı bir inanç sistemi olarak benimsemiştir.
Bu dönemde yapılan uygulamaların göstergesi olarak aşağıdaki çarpıcı örnekleri verebiliriz :
22 Mayıs 1950 ve 30 Mart 1951 tarihlerinde kurulan birinci ve ikinci Adnan Menderes Hükûmetlerinin programlarında “ millî bir dava hâline getirilen maarif sisteminden ve bir vatan ideali “ nden bahsedilmekte ve şöyle denilmektedir :

“ Maddî bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, millî, ahlâkî sarsılmaz esaslara dayanmayan, ruhunda manevî kıymetlere yer vermeyen bir cemiyetin, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akibetlere sürükleneceği tabiidir. Talim ve terbiye sisteminde bu gayeyi gözönünde bulundurmayan, gençliğini millî karakterine ve an’ anelerine göre manevî ve insanî kıymetlerle techiz edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılamaz. Yıllardan beri sarih bir istikâmetten ve rasyonel bir plândan mahrum olduğu için mütemadî değişikliklere, sarsıntılara uğrayan maarifimizin, milletçe katlanılan büyük maddî fedakârlıklara mütenasip bir verimlilik arzetmediği açık bir hakikattır. Hükûmetimiz, parti programımızda tespit edilmiş esaslar dairesinde, bu büyük millî davayı bir kül hâlinde ehemmiyetle ele almış bulunuyor. Tamamıyle demokratik bir ruh ile ve ilmin son neticelerine göre tespit edilecek geniş ve teferruatlı bir plân için maarif nimetini memleketin her tarafına müsavi şartlarla yaymayı temin edecek kanun tasarılarını hazırlıklarımız biter bitmez yüksek tasvibinize arzedeceğiz “.
“ Gençliğini millî karakterine ve an’anelerine göre manevî, insanî kıymetlerle techiz edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılamaz. Gençliğimizin vatan ideali etrafına toplanmasını hareket noktası olarak alıyoruz “.


3 Kasım 1965 ve 27 Temmuz 1977 tarihlerinde kurulan birinci ve beşinci Süleyman Demirel Hükûmetleri programlarında, millî eğitimde millî şuurun hâkim kılınması ve toplumun bütün kesimlerine yaygınlaştırılması ön görülmektedir :

“ Millî eğitim politikamızın temeli; vatandaşın bir kül hâlinde kalkınabilmesine, maddî ve manevî hayatını techiz ederek ve millî şuuru hâkim kılarak yetişmesine yardım etmektir...”
“ Eğitimin milliliğine büyük önem veriyoruz. Millî Eğitimde temel hedefimiz, milletimizinbütün fertlerini, Türk Milletinin millî, manevî, ahlâkî, insanî, sosyal ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını ve milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş büyük ve şanlı tarihimizle iftihar eden, milletimizin geleceğine güvenle bakan, her türlü taklitçilikten uzak, millî, şahsiyetini müdrik, ilim, teknik ve medeniyet yarışında insanlığa örnek olmayı hedef alan vatandaşlar olarak yetiştirmektir...”

1950-1980 döneminde liselerde okutulan tarih kitaplarında yer alan ünite / konuların ağırlıkları, dönemin geçerli anlayışını örnekleyebilecek niteliktedir.
Tarih Lise I. Sınıf ( Talim ve Terbiye Kurulunun 08.09.1950 ; 153, 16.01.1959 ; 6 sayılı kararları )


Ünite / Konular Yer
Verilen Sayfalar
Sayfa Sayısı
Ağırlık
%
I. ÜNİTE ( Konu : 1 ) TARİH ÖNCESİ DEVİRLER, TARİH DEVİRLERİ 5-15 11 4.5
I. ÜNİTE ( Konu : 2 ) TARİH ÖNCESİ DEVİRLERİ 16-21 5 2.5
II. ÜNİTE ( Konu : 1 ) TÜRKLERİN ANAYURDU ve GÖÇLER 22-30 9 3.7
II. ÜNİTE ( Konu : 2 ) ÇİN ve HİNT UYGARLIKLARI 31-38 8 3.3
III. ÜNİTE ( Konu : 1 ) ÖN ASYA ve MISIR MEZOPOTAMYA 39-60 22 9.1
III. ÜNİTE ( Konu : 2 ) ANADOLU 61-85 25 10.4
III. ÜNİTE ( Konu : 3 ) MISIR 86-107 22 9.1
III. ÜNİTE ( Konu : 4 ) İRAN 108-113 6 2.5
III. ÜNİTE ( Konu : 5 ) FENİKELİLER ve İBRANİLER 114-120 7 2.9
IV. ÜNİTE ( Konu : 1 ) EGE BÖLGESİ EGE UYGARLIĞINA TOPLU BİR BAKIŞ GİRİT ve MİKEN UYGARLIKLARI 121-128 8 3.3
IV. ÜNİTE ( Konu : 2 ) XII. - VI. YÜZYILLAR ARASINDA YUNAN TARİHİ 129-145 17 7
IV. ÜNİTE ( Konu : 3 ) V. YÜZYILA KADAR YUNAN TARİHİ 146-156 11 4.5
IV. ÜNİTE ( Konu : 4 ) IV. YÜZYILDA YUNAN TARİHİ 157-168 12 5
IV. ÜNİTE ( Konu : 5 ) BÜYÜK İSKENDER ve HELLENİZM DEVRİ 169-177 9 3.7
V. ÜNİTE ( Konu : 1 ) ROMA TARİHİ ESKİ İTALYA, ETRÜSKLER ve ROMA’NIN KURULUŞU 178-190 13 5.4
V. ÜNİTE ( Konu : 2 ) ROMA CUMHURİYETİ ve SAVAŞLARI 191-207 17 7
V. ÜNİTE ( Konu : 3 ) İÇ SAVAŞLAR ve CUMHURİYETİN YIKILIŞI 208-215 8 3.3
V. ÜNİTE ( Konu : 4 ) İMPARATORLUK DEVRİ ve İMPARATORLUĞUN YIKILIŞI 216-229 14 5.8
V. ÜNİTE ( Konu : 5 ) ROMA UYGARLIĞI 230-245 16 6.6
TOPLAM 241 241 100

Tablonun incelenmesinden anlaşılacağı gibi Tarih Lise I. Sınıf ders kitabında Türklerin Anayurdu ve Göçleri % 3.7, Ön Asya ve Mısır Uygarlıkları % 34, Yunan Uygarlığı % 23.5 ve Roma Uygarlığı % 28.1 oranında yer kaplamaktadır.
Tarih Lise II. Sınıf ( Talim ve Terbiye Kurulunun 07.09.1951 ; 128, 03.07.1957 ; 149 sayılı kararları )


Ünite / Konular Yer
Verilen Sayfalar
Sayfa
Sayısı
Ağırlık
%
I. ÜNİTE ( Konu : 1 ) M.S. V. YÜZYILDAN VIII. YÜZYILA KADAR AVRUPA ve YAKIN DOĞU TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ KAVİMLER GÖÇÜ 5-13 9 4.2
I. ÜNİTE ( Konu : 2 ) DOĞU ROMA İMPARATORLUĞU 14-30 17 7.9
II. ÜNİTE MÜSLÜMANLIKTAN ÖNCE TÜRKLER 31-43 13 6
III. ÜNİTE İSLÃM TARİHİ 44-83 40 18.7
IV. ÜNİTE ( Konu : 1 ) BÜYÜK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ 84-90 7 3.3
IV. ÜNİTE ( Konu : 2 ) BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU 91-109 19 8.9
V. ÜNİTE ( Konu : 1 ) VIII. YÜZYILDAN XII. YÜZYILA KADAR AVRUPA 110-126 17 7.9
V. ÜNİTE ( Konu : 2 ) HAÇLI SEFERLERİ 127-135 9 4.2
VI. ÜNİTE ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 136-167 32 14.9
VII. ÜNİTE MISIR ve SURİYE’DE KURULAN TÜRK DEVLETLERİ 168-174 7 3.3
VIII. ÜNİTE TÜRK - MOĞOL ve TİMUR İMPARATORLUKLARI 175-186 12 5.6
IX. ÜNİTE OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞU 187-216 30 14
X. ÜNİTE XIV. YÜZYILDA AVRUPA 217-218 2 0.9
TOPLAM 214 214 100

Tablonun incelenmesinden anlaşılacağı gibi Tarih Lise II. Sınıf ders kitabında Avrupa Tarihi % 35.8, İslâm Tarihi % 18.7, Türk Tarihi % 42.5 oranında yer kaplamaktadır.

Tarih Lise I


Ünite / Konular Yer
Verilen Sayfalar
Sayfa Sayısı
Ağırlık
%
I- TARİH, ÖNEMİ, TARİH ÖNCESİ ve TARİHİ ÇAĞLAR BAŞLANGICI 1-8 8 3.3
II- ESKİ ÖNASYA MEDENİYETLERİ 9-37 29 12
III- ADALAR DENİZİ MEDENİYETİ 38-74 37 15.4
IV- TÜRK TARİHİ ve KÜLTÜRÜ 77-240 154 69.2
TOPLAM 240 240 100

Tablonun incelenmesinden anlaşılacağı gibi % 51.6 oranındaki Yunan ve Roma Uygarlığına % 15.4 oranında yer verilmiştir.

3. Türk - İslâm Sentezinin Etkili Olduğu Dönem ( 1980 - ..... )
Bu dönemde ; “ çok partili geçiş ile oluşum tohumları atılan, MC hükûmetleri döneminde semiren Türk - İslâm Sentezi, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nin hazırladığı ortam sayesinde ( devletin tüm mekanizmalarında olduğu gibi ) ders kitaplarında da millî kültür raporundaki amaçlar çerçevesinde kendini gösterdi. Bozulmuş olan millî kültürü devlet eliyle onarmak ve korumak amacıyla, ideal bir yaşam biçimi olarak görülen Türk - İslâm Sentezi düşüncesi Sosyal Bilimlere ait ders kitaplarına enjekte edilerek istenilen insan tipinin yetiştirilmesi hedeflendi “ .
Ders programları ve kitaplarında muhtevanın belirlenmesi ve biçimlenmesinde en büyük etkiyi siyasî iktidarlar ve ve bu iktidarların ülkeye ve dünyaya bakış açılarının oluşturduğu söylenebilir. Burada birİ tez, diğeri sentez olmak üzere iki ana etkinin söz konusu olduğu ifade edilmektedir :
1. Türk Tarih Tezi
Cumhuriyetin ilk yılları, 1920’nin sonları ve 1930’lu yıllar boyunca, Millî Mücadelenin Batıya karşı savunmasında, Türk milletinin kültürel boyuttaki devamının göstergesi olarak ortaya konulmuştur. Türklüğün dünyaya atalığını ve önderliğini işlemiş, milletleşme sürecindeki görevini yerine getirmiştir.
2. DPT’nin 1983 tarihli Millî Kültür Raporu ile Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun 1986’da kabul ettiği “ Kültür Unsurlarının ve Kültür Politikasının Tespitinde Uygulanacak Yöntem ve Sorumluluklar “ adlı raporda ifade edilen ve sistemleştirilmeye çalışılan Türk - İslâm Sentezidir.

Bu dönemde ; 1982 Anayasasının 134’üncü maddesine dayanılarak “ Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak amacıyla; Atatürk’ün manevî himayesinde, Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı; Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi’nden oluşan, kamu tüzel kişiliğine sahip Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu “ kurulmuştur.
Aynı maddede “ Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun; kuruluşu, organları, çalışma usulleri ve özlük işleri ile kuruluşuna dahil kurumlar üzerindeki yetkileri kanunla düzenlenir “ hükmü ön görülmüştür.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun kuruluşu, hizmet ve faaliyetleri ile ilgili ilkeleri ve organları; görev, yetki ve çalışma usulleri ile özlük işleri 2876 sayılı kanunla düzenlenmiştir.
Kanunun 4’üncü maddesine göre, Yüksek Kurumun ve bağlı kuruluşlarının bütün hizmet ve faaliyetlerinde Anayasa çerçevesinde uygulanacak ilkeler şunlardır :
a. Millî mücadele ruhu ve bilinci içerisinde; Atatürkçü düşünceye, Atatürk ilke ve inkılâplarına, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar var olma şuuruna, kişilerin ve milletin refahına, toplumun mutluluğu inancına, millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarma azim ve kararlılığına bağlı kalmak ve sahip olmak,
b. Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, ortak ve bölünmez bir bütün hâlinde, millî kültür ve ülküler etrafında toplanmasını güçlendirecek doğrultuda hareket etmek,
c. Millî dayanışma ve bütünleşmede Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılâplarını, kültür, dil ve tarih değerlerini, birleştirici bir güç olarak göz önünde tutmak; bu değerlere karşı girişilecek her türlü yabancı ve bölücü akımların bilimsel yoldan çürütülmesini esas almak,
d. Kültür, dil ve tarihî değerlerimizin bilimsel yoldan ortaya çıkarılmasını, belgelenmesini, araştırılıp incelenmesini esas almak,
e. Toplumda yaratılan bütün maddî ve manevî kültür değerlerinin; sürekli, düzenli ve kapsamlı bir şekilde birikimini ve gelecek kuşaklara aktarılmasını temel kabul etmek,
f. Millî bütünlük ve güvenlik gereklerini, millî ahlâk değerlerini ve millî gelenekleri koruyucu ve gözetici doğrultuda hareket etmek,
g. Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkaracak, O’nu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirecek, kuşaklar arası anlayışta ve söyleyişte birleştirici yönde hareket etmek,
h. Türk tarihini ve Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konuları, Türklerin medeniyete hizmetlerini inceler ve elde edilen sonuçları yayarken, millî tarihimizin ve millî tarih değerlerimizin birleştirici bir güç olduğunu esas almak ve Türk milletini şanlı geçmişine yaraşan tarihine sahip kılmak.
1983 Ortaöğretim Kurumları Tarih Programına göre hazırlanan ders kitaplarından Tarih Lise I hakkında değerlendirme şöyle yapılmaktadır :

“ Selahattin Dikmen - Kemal Koçak Tarih I Lise kitaplarında İbrahim Kafesoğlu - Altan Deliorman ve Yılmaz Öztuna’nın 1976 yılı ders kitaplarında kelimesi kelimesine aynı düşünceyi naklediyorlar. Görüldüğü gibi günümüz ders kitabı yazarlarının büyük bölümü bir inanç ekolü olarak 1976 yılı ders kitabı yazarlarını izlemekte olup aynı doğrultuda II. İdeoloji Harekatını Lise Tarih kitaplarında başlatmış görünmektedir “.

SSCB’nin dağılmasıyla 1991’de Türk Cumhuriyetleri ve Türk Toplulukları bağımsızlıklarını ilân ettiler. Buna ilişkin konular, ortaokul ve lise tarih programlarına ve ders kitaplarına girmiştir .
29 Ekim - 3 Kasım 1992 tarihleri arasında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te Eğitim Bakanları Toplantısı yapıldı. Toplantıda dil ve tarih birliği üzerinde durulmuş ve bu çerçevede ortak tarih programı çalışmaları için ayrı bir toplantı yapılması kararlaştırılmıştır. Bunun üzerine, beş Türk Cumhuriyeti temsilcilerinin katılımıyla 26 Kasım - 3 Aralık 1992’de Yalova’da yapılan toplantıda, Ortak Tarih Komisyonu ilkokul, ortaokul ve lise programlarına alınması gerekli görülen muhtevayı belirlemiştir .
Türk Tarih Kurumunun öncülüğünde, 5 - 9 Eylül 1994’te Ankara’da “ Türk Dünyası Tarih Araştırmaları Kongresi “ toplanmıştır. 1992’de başlayan resmî görüşmelerin bir devamı olarak düşünülen toplantıya, Türk cumhuriyetleri ve topluluklarından 65 tarihçi katılmıştır. Kongrede, Ortak bir Türk Tarihinin nasıl yazılabileceği ya da yazılıp yazılamayacağı tartışılmıştır. Ortak bir Türk Tarihi yazılmasının tek yolunun karşılıklı tarih malzemeleri üzerinde uzun süreli çalışmaktan geçtiği, Türk kültür tarihi ile ülkelerin tek tek tarihinin ayrı ayrı çalışma alanları olduğu birçok tarihçi tarafından ortaya konmuştur.
Özbek tarihçilerin bir kısmı “ Türk “ sözüne karşı çıkmış, Azerilerin önemli bir kısmı ile Türkmen tarihçilerin bazıları, özellikle kültür tarihinde sürekliliği olan gerçekliğin Türklük olduğunu vurgulamışlardır. Ortak Türk Tarihinin yazılmasında, Kırgız tarihçiler “ Türk “ adına karşı çıkmamışlar, büyük ve orta ölçekli hedeflerin şimdilik bir yana bırakılmasını istemişler ve arkeoloji alanında Türk bilim adamlarına çağrıda bulunmuşlardır.

           Türklerde Devlet Adamlığı Üzerine Okyanustan Damlalar(*) (Hükümdarın Görevleri) 15.04.2006

Türk devlet anlayışının ve yönetim felsefesinin temeli, halkı zengin kılarak refah içinde yaşatmaktır. Genellikle halkı doyurup giydirmek olarak ifade edilen bu görev, Türk hükümdarlarının yerine getirilmesine en çok dikkat ve özen gösterdikleri yükümlülüklerin başında gelmiştir. Bilindiği gibi Bilge Kağan, bu vazife(görev)si hakkında yaptığı işleri şöyle ifade etmektedir:

“Tanrı yarlık verdiği için!, kut’um var olduğu için, kısmetim var olduğu için!, ölmek üzere olan milleti dirilterek eğittim!, çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım!, azıcık milleti çok kıldım!...”

Türk devletlerinde bu anlayış en geniş ölçüde devam etmiştir. Memlekette fakir insan bırakmamak ve halkın her türlü ihtiyacını temin etmek işinin hükümdarların en önemli görevi olduğuna dair pek çok kayıt Kutadgu Bilig’de yer almaktadır. Eserinde Yusuf Has Hacib, hükümdara şöyle seslenir: “ Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa onu Tanrı sana soracaktır, gözünü aç.” Yusuf’a göre; beyler, içinde altın ve gümüş madeni olan bir dağ gibidirler ve gümüş madenine kazma vuran bir insan nasıl zengin olursa, hükümdarın tebaası(halk) da öyle zengin olmalıdır. “Bey insanlara faydalı ve cömert olmalı, dünya halkına ondan tokulk gelmelidir. Ey hâkim hükümdar güneş gibi parla, halk senin sayende bol yiyecek ve içeceğe kavuşsun. Tanrı senin boynuna bir emanet yüklemiştir. Bu emaneti gözet, zira onu sana soracaktır.”
…………….
Dünden bugüne, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “ hükümdarın vazifeleri”ni nasıl anlamış ve uygulamıştır? Bir örnekle “devlet adamlığı”nı hatırlayalım:


HALİL AĞANIN ÖKÜZÜ
Yıl 1936. İstanbul, altın gibi bir sonbahar yaşıyor. Atatürk Florya Köşkünde. Denize girmiyor pek. Arkadaşlarıyla konuşuyor, Ülkü ile oyalanıyor. Devlet işleriyle uğraşıyor. Ama canı sıkkın… Oldum olası Devlet Başkanlığının sınırlı yaşamasına alışamamış. Bir gün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’a dediği gibi kapatılmış, hapsedilmiş sayıyor kendisini. Bir başına sokağa çıkamadıktan sonra, bir ahbapla bir küçük kahvede ya da meyhanede oturup laf kaynatamadıktan, sinemaların kalabalığına karışamadıktan sonra yaşamanın tadı mı olur? Oysa o Atatürk’tür, yapamaz bunları. Bir yere çıkacak olsa, peşinden otomobiller, motosikletler dünyayı ayağa kaldırır. İnip bir vatandaşla, bir çocukla konuşmak istese, koca şehir halkı yığılır başına, trafik durur, iş durur… Eski padişahlar kadar bile özgürlüğü yok, tebdil soyunup giremez halkın arasında, hemencecik tanırlar…
Bu yüzden bütün Cumhurbaşkanlığı süresince, Atatürk sıkılmış, çevresine bundan yakınmıştır. Yine sıkılıyor işte. Florya Köşkü’nün içine kapanıp kalmış. Bu duygularını Selânik günlerinden arkadaşı Nuri Conker’e anlatıyor. Sonra birden Conker’in dizine vuruyor:
- Bana yardım eder misin Nuri?
- Nasıl?..
- Kaçalım köşkten!..
Conker duraksıyor. Böyle bir işe önayak olmak Başvekil İsmet Paşa’dan yaman bir azar iştitmektir. Ama isteyen de Atatürk’tür.
- Nasıl kaçacağız Paşam, peşimize bir ordu adam takılır. Yaverler, muhafızlar, gözcüler, yardımcılar. Hiçbir keyfi olmaz bunun…
Atatürk gülüyor:
- Bırak şimdi bunları, diyor, ben de biliyorum.” Kaçalım” ne demek? Kimseye görünmeden usulca sıyrılalım demek! Sen bana yardım edecek misin?
- Paşam, kusura bakma anlamadım ama, buyruğunuzdayım elbet. Siz yolunu söylerseniz ben de size katılırım…
Atatürk:
- Hah, diyor, şimdi oldu. Cezaevlerinden elin budalaları kale gibi duvarlar aşıp bunca asker çemberinden geçip kaçabiliyorlar da biz İsmet Paşa’nın hükûmet çemberini mi yaramayacağız? Yardık, gitti!..

Açık Araba Olmaz, Nasıl Düşünemedin?..
Bunları konuşurken Atatürk’ün gözleri, çocuk gözleri gibi parlıyor, diliyle dudaklarını yalıyordu. Konuşmasını sürdürdü:
- Bak şimdi, Nuri… Senin otomobilli bir arkadaşın yok mu?..
- Var…
- Tamam. Sen şimdi yaverlerden gizli gidip bu adama telefon edeceksin, kendin için isteyeceksin bir günlüğüne arabasını… Gerisini bana bırak…
Nuri Conker bundan pek bir şey anlamamıştı ama, Atatürk’ün dediğini yaptı. Bir arkadaşına telefon etti ve arabasını köşke göndermesini rica etti. Geri döndüğü zaman Atatürk soruyordu..
- Arkadaşının arabası spor mu kapalı mı?
- Spor Paşam!..
- Dur, olmadı. Sen hemen yine gidip telefon et, araba tenteleri kapalı gelsin. Açık araba işimize yaramaz. Bunu nasıl düşünmedin sen?..
Conker, baştan telefona gitti, arkadaşını buldu ve arabanın üstü kapalı gelmesini hatırlattı. Vaktinde etmişti telefonu, araba benzin alıyordu ve tenteleri kapatılarak gönderilecekti.
Haberi Atatürk’e ulaştırdığı zaman, Atatürk pek sevindi. Yatılı okuldan kaçan bir öğrenci hevesiyle ellerini ovuşturuyor ve kurduğu planı kaçaklık yoldaşı Nuri Conker’e açıklıyordu.
- Şimdi bak ne yapacağız?... Araba seni almak için gelecek. Yaver gelip haber verecek. İkimiz birlikte kapıya doğru yürüyeceğiz. Ben yaveri bir iş buyurup savacağım. Senin ceketini ve şapkanı giyip otomobile bineceğim. Birkaç saniye sonra sen geleceksin! Senin gömlekle dolaşman, bu mevsimde yadırganmaz. Nöbetçilerin yanından geçerken, kendini göstereceksin ve seni tanıyacaklar, yol verecekler. İçeride biri olduğunu ya görürler, ya görmezler. Ama görseler de görmeseler de senden kuşkulanmayacakları için biz çemberi yaracağız!..
- Çemberi yarsak bile hemen fark edip peşimize düşerler Paşam…
- Ne?.. Sen anlarlar mı diyorsun? “Şaşarım aklı perişanına ahmak”. O kadar akıl nerde bu adamlarda? Atatürk’ün köşkten kaçtığını bu adamlar gözleriyle görseler, kendilerine bile inanmazlar! Bak bekle göreceksin!..
Nuri Conker, İsmet Paşa kokusuyla tedirgin, Atatürk özgür olmak hevesiyle mutlu beklediler…
Şuradan buradan konuşuyorlar, zamanı geçirmeye çalışıyorlardı. Nihayet Yaver girdi ve Nuri Conker’e arabasının geldiğini haber verdi. Nuri Conker, gitmek için müsaade isteyince, Atatürk de onunla birlikte kalktı. Üstünde kısa kollu beyaz bir gömlek, ayağında ince bir pantolon vardı. Örme deriden yapılmış hafif pabuçları yürürken tatlı bir ses çıkarıyordu.
- Demek davetlisin Nuri, pekala… Hadi ben de seni kapının önüne kadar geçireyim, sonra döner kitap okurum...
Birlikte yürüdüler… Yaver, peşlerinden geliyordu. Atatürk birden döndü:
- Benim kitaplarımın arasında Edouart Herrit’un “Orient” adlı bir kitabı olacak, yeni geldi. Onu bul odamdaki masama koy, bu akşam yemek yemeyeceğim, okurum. Sen de dinlenebilirsin..
- Başüstüne Atatürk!..
Yaver döndü ve gözden uzaklaştı…
Atatürk, Nuri Conker’e “Nasıl?” der gibi baktı; sonra:
- Hadi, çıkar ceketini, ver şapkayı!
Koridor bomboştu. Conker ceketini çıkardı, şapka ile birlikte uzattı:
- Buyurun!..
Atatürk ceketi çabucak giydi, şapkayı başına geçirdi, yürümeye başladı:
- Sen on saniye sonra gel!..
Kapının önünde Baltabaş bir Benz-Mercedes vardı, krem rengindeydi, spordu ve tenteleri örtüktü. Şoför kapının önünde dikilmiş, Nuri Conker’in çıkmasını bekliyordu. Atatürk arabaya doğru yürüyünce bir duraksadı, sonra kapıyı açtı. Ata’yı Conker sanmıştı. Tam direksiyona geçeceği sıra, bu kez Nuri Conker, beyaz uzun kollu bir gömlekle göründü. Gömleğinin yakasını açmış, boyunbağını da eline almıştı.

Vatandaş Özgürlüğü
- Hadi oğlum, çek!..
Araba hareket etti. Dış kapıya gelince, nöbetçi otomobile doğru yaklaştı. Nuri Conker oturduğu yerden başını çıkararak “Allahaısmarladık asker” dedi. “Sağol!” geçip gittiler. Atatürk şoföre:
Çekmece’ye doğru, dedikten sonra Nuri Conker’e gülerek döndü:
- Ben sana demedim mi kaçarız diye… Şimdi, bizim ayrıldığımızı bunların ruhları bile duymaz. Dönüşümüzde telâşlarını bir düşün!.. ne diyecekler Şükrü Kaya’ya, ne diyecekler İsmet Paşa’ya?..
Çok neşeliydi. Hükûmetin izleme arabalarından, motosikletlerinden kurtulduğu ve hele muhafızları uyuttuğu için çocuk gibi seviniyordu. Önce İsmet Paşa ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya üstünde konuştu, sonra rast gele anlatmaya başladı:
- Bu “ Merhaba asker” lâfını ben çıkarttım, biliyor musun? Dedi. Hem de taa 1910’larda Selânik Merkez Alayı’nda… O zaman Kolağası idim.
Selânik Ordu Merkezi; şehirde de bir Merkez Alayı var. Buna Sadettin adlı babacan bir albay komuta ediyordu. Derken bu albay Sadettin gözlerinden hastalandı, beni Alay Komutan Vekili olarak bu alaya verdiler. Sen bunları bileceksin; hatta bunların içinde bir Ziya vardı, şimdi İstanbul’da tüccarlık falan yapıyor, ara sıra yanımıza gelir giderdi( Ziya Kılıç). İşte onun bölük komutanlığı yaptığı alay. Atladım atıma, kışla meydanında alayın teslim törenine gittim. Tekmil verdiler, Alay selam durumuna geçti, ben yaklaştım.
O zamana kadar biliyorsun gelenek; komutan “Selâmünaleyküm” der, kıta da “Aleykümselâm” diye karşılık verir. Ben oldum olası, bu selâmlaşmayı sevmem. Birden esti, “Merhaba Asker!” diye bağırdım. Böyle bir seslenişe askerler yabancı, subaylar yabancı, bir duraksama oldu; sonra yarım yırtık bir “Merhaba!” döküldü ağızlarından. Ama, ondan sonra ben nereye gittiysem askere “Merhaba” dedim, onlar da bana top gibi bir “Merhaba” ile karşılık verdiler. Bu “Sağol” karşılığı sonraların işidir.
Atatürk’ün neşesine diyecek yoktu, konuşuyor, şarkı söylüyor, Nuri Conker’e soru üstüne soru soruyordu. Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu…

Her Şey Değişti
Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre:
- Dur!... dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. Atatürk elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı, sonra köylüye seslendi:
- Kolay gelsin Ağa!..
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
- Eyvallah, eyvallah…
Atatürk, baştan seslendi;
- Ateşin var mı, ateşin?
Bu kez köylü sesten yana döndü. Atatürk elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu. Köylü bir süre baktı, sonra hayvanları durdurup kendilerine doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan konuşuyor, bir yandan kuşağının arasından bir fitilli çakmak çıkarıyordu…
- Tiryakisin bey galeba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı..
- Eh… Kibriti unutmuşuz da..
Atatürk bir sagara uzattı, köylü de çakmağı çakıp, fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. Atatürk:
- İşler nasıl ağa? dedi. Bu yıl mahsülden, yüzünüz güldü mü?
Köylü, isteksiz isteksiz konuştu:
- Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatın acığı bizde, acığı yukarıda!-Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu-Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte…
- Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?
- Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar…
- Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin..
Köylü güldü:
- Muhtar başında deel miydi memurun a bey?
Atatürk dudaklarını kemirerek konuştu:
- Sen de Kaymakama gitseydin!..
Köylü iyice güldü:
- Sen de benle gönül mü eyleyon beyim, Kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik Atatürk’ümüz var başımızda!

Varlık Gitti Ağalık Kaldı
Atatürk, konuşmayı sürdürdü:
- E peki, İstanbul şuracıkta… Gideydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?
Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış, iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
- Bırak şu sağarı allâsen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük.Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
Atatürk, iyice giyinmişti. Ama köylünün konuşması da çok hoşuna gidiyordu. Sordu:
- Adın ne senin ağa?..
- Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…
- Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.
- Azıcık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış, Halil Ağa aşağı, Halil Ağa yukarı; derken bizim çift-çubuk gitti ama, ağalık kalmasın mı?...Hâlâ bizim delikanlılar, “Halil Ağa” diye peşimden seyirtip durular!..
- Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun… Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?..
- Bilmez olunur mu beyim!..
- Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor,
Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta… Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Her hâlde çaresini bulurdu.

O, Sağarın Sağarı
- Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun gâlim. Ama bak şinci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya komazlar ya… Tutalım kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler, ya ona hâlimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez canım!
Nuri Conker, lâfa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. Buraya kadar bütün şikâyet kademelerini göstermiş, karşılığını da almıştı. Kala kala kendisi kalıyordu. Sigarasından ekleme bir sigara daha yaktı, bir tane de köylüye verdi.
- E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Temin, Atatürk’ümüz var başımızda dedin ya… O da koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın hâlini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..
Köylü iyice keyiflenmiş, keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine acımış gibi bakıyordu:
- Sen ne diyon bey?..Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek… Temin de dedik ya, tut ki gördük, yiyip içmekten, işinden, gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı seyirtecek?.. Sen gönlünü ırahat tut bey, bizim kocaoğlan, işimizi görür de öteye geçer bile… Tasa etme!..
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk, köylünün omzuna elini koyarak:
- Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!..
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurluyordu…
- Meraklanma beyim, evelâllah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!.. Ekime geç davranmışın, gök rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?.. Helâl olsun!..
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler sonra Atatürk Nuri Conker’e:
- Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! Dedi. Döndüler. Atatürk susuyor, düşünüyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı:
- Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hâlâ da “ Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet bu millet!..
Nuri Conker, sözü başka konulara aktaracak oldu, fakat oralarda olmadı. Geçtikleri yolların güzelliğine bile bakmıyor, mavi gözleriyle dalmış düşünüyordu. Az sonra Florya Köşkü’ne geldiler. Nöbetçiler, açık bir araba içinde Nuri Conker’le Atatürk’ü görünce nerdeyse şaşırıp selâm durmayı unutacaklardı. Hele nöbetçi yaverin, durumu öğrenince, bir koşuşması vardı ki Atatürk’ü değil ama, Nuri Conker’i, İsmet Paşa’dan iyeceği paparayı bile unutarak, güldürdü.
Atatürk yavere:
- Şimdi,
dedi. İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhitin Üstündağ ile Başvekil İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü:
- Bak beri Nuri!.. Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil Ağa’yı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Seni sevdi, sana bir öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
Sakın kuşkulandırmadan al gel buraya diyorum anladın mı; dil dökeceksin, marifet dökeceksin, ama üzmeyeceksin adamı, kuşkulandırmayacaksın!.. Hadi, göreyim seni!..
Nuri Conker de çıkınca, düşünceli zamanlarda yaptığı gibi ıstakayı eline aldı, bilardo oynamaya başladı.

Nuri Conker’in Fendi Halil Ağa’yı Yendi
Nuri Conker, görevinin güçlüğünü biliyordu. Halil Ağa zeki bir köylüydü. Onu, bir şey sezdirmeden Atatürk’ün köşküne getirmek, olası bir iş değildi. Yapmaya çalışacaktı ama…
Nitekim, Halil Ağa’yı, önüne merkebiyle öküzünü katmış, köy yolunda bulunca yanılmadığını anladı:
- Selâmünaleyküm!
- Aleykümselâm. Hayrola bey?...
- Hayırdır, bizim bey seni pek sevmiş…
- Biz de sevdik, n’olmuş?
- Bu akşam seni yemeğe çağırıyor, bir öküz alıverecek..
- Öküz mü?.. Eksik olmasın ya, biz işimizi görüp dururduk.
- Öküz çift olsa daha iyi sürülmez mi?..
- Sürülür besbelli bi şey ama, eden gerekti?
- Canım neden gerekecek Halil Ağa, bizim Kemal Bey tüccardır. Karun gibi bir adam… Çoluğu yok çocuğu yok, sevap işlemeye bayılır. Seni de pek sevdi dedim ya!..
Halil Ağa düşünmeye durdu. Aklından bir şeyler hesapladığı belli idi. Arada bir de Nuri Conker’i ustaca baştan aşağı süzüyordu:
- Demek çoluk çocuğu yok fıkaranın! Tuh, acıdım şimdi! İyi de bir adam, kesimi güzel.
Conker, işi oldu-bittiye getirmek için, demiri tavında dövmeye heveslendi. Yoldan geçip aynı köye giden başka köylüler, bir otomobilli adamla Halil Ağa’nın konuştuğunu görünce birikmeye başlamışlardı.
- Hadi, hayvanları arkadaşlarından birine emanet edelim de atla arabaya.
Halil Ağa telâşlandı:
- Yo beyim, olmaz… Bu kılıkla öyle beylerin yanına varılır mı?.. Gitceksek, bi yol eve ulaşalım da yabanlık urbalarımızı giyinelim.
- Bizim bey öyle şeylere bakmaz, babacan adamdır. Böylece gelirsen daha sevinir!...”Bak hatırımı kırmamış, öylece kalkıp gelmiş” diye…
Halil Ağa’nın pirelenmiş gibi bir hâli vardı, bu “Öküz alıverecek” hikâyesine pek aklı yatmamış görünüyordu. Direndi:
- Aman beyim, hiç olmaz! Köylüysek de yabandan gelmedik ya!.. Hele bi yol köye varalım, bi ayranımızı iç hele...

Kurmay Aklı Köylü Aklı
Nuri Conker, daha fazla direnmeyi uygun görmedi. Kendilerine takılan köylüler de “Hayrola Halil Ağa” diye işi anlamaya çalışıyorlardı. Hem Halil Ağa’yı köylülerin elinden koparmak, hem de işi çabuk bitirmek için:
- Oldu Halil Ağa, haklısın. Arkadaşlar senin hayvanları getirirler, sen atla arabaya, köye gidip değişene kadar, hayvanlar da gelir.
Bunu öyle bir sesle söylemişti ki Halil Ağa ne diyeceğini bilmeden kendisini arabanın içinde buldu.
Savaş meydanlarından gelen bir kurmaydı Nuri Conker, istediğini yaptırmaya alışıktı.
Köye bir arabanın geldiğini görenler, hemen çevrede birikmeye başladı.”Mıhtara haber iletin” sesleri duyulur oldu. Conker, telâşlandı. Etrafındakilere “Bizim muhtarla bir işimiz yok, hele siz keyfinize bakın” derken Halil Ağa’ya da, “Hadi ağam, sen de şu yabanlıklarını giy de çabuk gel” dedi. Halil Ağa yeniden toparlandı:
- Olur mu hiç beyim, bi acı kahvemizi içmeden, bi ayranımızın tadına bakmadan… Sonra seslendi:
- Kız Aaşeee, anan öle, nerdesin?..-Koşuşturarak gelen 15 yaşlarındaki kızı görünce-Tez anana eriştir. Kahve pişecek, ayran çıkacak!-Sonra Nuri Conker’e döndü- Buyur beyim sen… Köylük yeridir, kusura kalma… Çok eğlenmeyiz…

Hızırdır Mutlaka
Eve girmek Nuri Conker’in de işi
ne gelmişti. Girdiler. Halil Ağa’nın oğlu, Conker’in eline davrandı, kızı da öpüp başına koydu. Conker onlarla konuşurken, Halil Ağa da bir yandan giyiniyor, bir yandan olup bitenleri kadınlara anlatıyordu. Kadınlar dinledikçe çığrışıyorlar, türlü şeyler söylüyorlardı:
- Aaa Hızır Aleyhisselâmdır, durma ağam!...
- Destiden bi avuç su alıp yüzüne serpeleseydin, her muradın olurdu!
Halil Ağa uydurma bir öfke ile paylıyordu:
- Şinci ben sizin kemiklerinizi kırmaz mıyım? İçerde misafir, sofrada bey bekliyor, siz ne haltlar karıştırıyorsunuz!
Köyden çıktıkları zaman, Nuri Conker derin bir nefes aldı. Ama mişin asıl güç yanı şimdi başlayacaktı. Halil Ağa’yı kuşkulandırmadan köşke sokmak bir mesele idi. Nitekim, kalın şayaktan temizce elbisesi içinde daha da güvenli ve irileşmiş görünen Halil Ağa sordu:
- Nerde beyin evi?..
- Beyin evi mi?.. Şimdi yazlıkta Suadiye’dedir ya, bu akşam yiğeninde konuk, biz de oraya gideceğiz…
- Yiğeni ne iş tutuyor ki?..
- Bugünlerde yedek subaylığını yapıyor, Atatürk köşkünde…
- Sakın beyim, biz köşke mi varacağız?..
- Köşke ya…
- Aman beyim, sen amanı bilir misin?.. Ben köşke möşke sokulamam. Kalsın bu yemek işi, bey evine döndüğü zaman yaparız. Sen bana adresini bir kâğıda yazıver, gelirim ben!..
- Bak bu sözünü beğenmedim Halil Ağa, yoo sonra beyi kızdırırız ki, çok fena…
- Oh beyim durdur otomobili, ben köye döneyim!..
Nuri Conker sonunda Halil Ağa’yı köşkün yaver odasına getirebilmişti ama, anasından emdiği süt de burnundan gelmişti. Halil Ağa, köşke girerken dehşete kapılmış, soruyordu:
- Aman beyim, oh beyim, sakın bizim bey Paşa maşa olmasın?



Efendimiz Gelecek
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, Bakanlar, Milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhitin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar. Atatürk, sofranın başında, ayağında kahverengi bir pantolon, üstünde kısa kollu yeşil bir gömlek, boynunda kahverengi-yeşil karışımı bir fular olduğu hâlde oturuyordu.
Atatürk bir ara:
Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim!..
Yeni bir fiskos başladı. Bu “Efendimiz” de kimdi? Türk Devleti’nin kurucusu Atatürk kimden “Efendimiz” diye konuşabilirdi?.. Bir şaka, bir sürpriz mi hazırlamıştı yoksa, gerçekten saygı duyduğu bir insan mı gelecekti?.. Bu sırada içeriye başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına eğilerek bir şeyler söyledi… Atatürk memnun bir yüzle:
- Buyursun!
Dedi. Şimdi nefesler kesilmiş, bütün gözler, kirpik oynamadan kapıya dikilmişti.
Bu sırada başyaver odasında büyük sıkıntı vardı. Halil Ağa, başını derde soktuğunu anlamış Nuri Conker’e ölüm ölüm yalvarıyordu:
- Oh, beyim, elini ayağını öpeyim beyim, ben öküz-möküz istemem, beni salıverin!..
Conker, yaverler, çırpınıyorlar, saygı-ikram karşısında elpençe duruyorlar, kendisini yatıştırmaya uğraşıyorlardı. O zaman anladı Halil Ağa gündüz kiminle görüştüğünü… Atatürk’tü bu!... Öyle ya, Atatürk’ün ta kendisiydi! Tebdile soyunmuştu da kendisine çatmıştı demek. Söyledikleri, birden hatırına dizilmiş olacaktı ki can dayanmaz yalvarmalara çöktü:
- Gazi Mustafa Kemal Paşa’mızdı senin beyin, öyle ya! Bizim aklı kısa karılar bile “Hızır” deyip bildiler de benim şu eşek kafam bilemedi… Tuh, Halil gibi senin gelmişine geçmişine… Nettim ben beylerim, komutanlarım, ah ben nettim!..
Yatıştırmak istendikçe ürküntüsü artıyordu:
- Ya ne haltlar karıştırdım ben Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüze?.. Adını”Kemal” dediydin ya uyansana Halil olmayası herif?.. Naapar bakalım beni şimdi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüz, naapar?.. Oh şu kör dilimi kesse de ibret-âlem gezdirtse beni ortalıkta:”Geveze aptalın hâli budur.” diye…

Dizlerinin Bağı Çözüldü
Sonunda bir koluna Nuri Conker girdi, bir koluna başyaver, avutucu sözlerle salon kapısının önüne getirdiler. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, dizlerinin bağı çözüldü. Ama olan olmuştu artık, var gücü ile toparlandı, ne diyeceğini tasarlamaya başladı.
Halil Ağa kapıda görününce, Atatürk ayağa kalktı. Kalkması ile bütün sofra gürr diye ayağa kalkıştılar. Atatürk:
- Hoş geldin Halil Ağa! dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı, işte beklediğimiz efendimiz.
Conker, Halil Ağayı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan sandalyeye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl çıktığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl kendisiyle konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Şimdi-dedi- gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım. Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak…-Halil Ağaya döndü- Bak beri Halil Ağa. Sen bu akşam benim başmisafirimsin!.. Senin açık sözlülüğünü de çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek!.. Öküzünü de alacağım!.. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sende orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:” Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?..”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi:
- Yooo, bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver.
Halil Ağa konuşmaktan başka çare olmadığını anlamıştı. Sonra, kolaydı bu soruya karşılık vermek:
- Var olmasına vardı ya, Hıdrellezde vergi memurları sattılar.
Atatürk çok memnun olmuştu. Halil Ağanın omzunu okşayarak ona cesaret verdi:
- Tamam… Çok güzel… Tam bana gündüz söylediğin gibi eksiksiz söyledin… Şimdi yine soruyorum: “ Hiç vergi memuru köylünü üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin.”
Bu soru da kolaydı. Nazlanmadı Halil Ağa… Çünkü gerisini düşünüyordu:
- Mıhtar başındaydı beyim.
- Oldu, bu da tamam. Güzel gidiyor. Ben yie soruyorum: “Sen de kaymakama gitseydin?”
Bakındı, kaymakam yoktu oralarda.
- Kaymakamın haberi olmadan bizim
buralarda kuş bilem uçamaz!

Olmadı Halil Ağa Bana Dosdoğru Söyle
Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
- Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?
Vali Muhitin Üstündağ, Halil Ağanın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
-Vali Paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki…
-Olmadı bu, Halil Ağa!.. Bana dediğin gibi, dosdoğru…
-Böyle demedik mi beyim?..
-Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye… Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?..
Nuri Conker karşılık verdi:
- Hayır Paşam!..
- Gördün mü?.. Demek yanlış aklımda kalmamış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?..
- Acık hafifcene eşitirde…
- Hele, hele… Bana söylediğin gibi…
- Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye dadanmıştır, kusura kalman gayri Paşam…
Atatürk gülmeye başladı:
- Diplomatsın ki, yaman diplomatsın!.. Ama diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız!.. Söyle şimdi bana orada dediğin gibi…
Halil Ağa gözünü yumup başını öne eğdi:
- Şaşırıp, “ Bırak şu sağarı” dedikti ya..
Sofrada mırıltılar, gülüşmeler başlamıştı. Hele İsmet Paşa, Atatürk’ün destekleyip tuttuğu Vali Üstündağ’ı pek sevmediğinden, duyulacak bir sesle güldü. Atatürk, İsmet Paşa’ya, “Dur, şimdi sıra sana geliyor” der gibi bakmaktaydı.
- Hadi, buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: E, peki, bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?..


Ağzıma Ataş Doldur Bunu Demem
Halil Ağa, İsmet Paşa’nın yüzünden gözlerini geçirerek:
- Şanlı İsmet Paşa’mız bilinmez olunur mu hiç!.. Bugüne bugün..
Atatürk Halil Ağayı durdurdu:
- Bırak şimdi övgüleri… Ben lafın gerisini getireyim: “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhâlde çaresini bulurdu!”
Halil Ağa söylediklerini hatırladıkça, canı tükeniyordu… Yine kaytarmayı denedi:
- Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
- Beni uğraştırma Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
- Şanlı paşamıza da sağar dedikti ya…
- Yalnız sağar değil “ Sağarın sağarı…” değil mi?
Halil Ağa yere bakan başını acıyla salladı:
- Öyle dedikti paşam, doğrusun!...
- Son soruyu soruyorum şimdi, bunun da karşılığını ver, öküzü al git! “Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu?.. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın hâ. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
- Hiç bırakır mı, hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, hâlimi dinler!..
- Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak konuştu:
- İşte bunu demem Paşam!.. Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!
Atatürk gülmeye başladı.
- Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor Nuri, senin aklındadır, sen söyle de Halil Ağa söyleyip söylemediğini açıklasın…
Nuri Conker ayağa kalktı. Gülümsüyordu.
-Siz de zor işlere hep beni koşarsınız Paşam. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek- demişti yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek” demişti.

Halil Ağanın Gözleri Yaşardı
Halil Ağanın gözlerinde yaşlar, başını saldı.
Öylece duruyordu. Atatürk konuştu:
- Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyeyim.
Şimdi bak beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün sebebi, şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bay, hükümet… Yani, biri başbakan, ötekileri de bakan!.. Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar, hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne… Büyük Millet Meclisi dediğim de, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun gelir bunlara, bunlar da “ Hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok” diye, kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağanın öküzünü çeker satar vergi borcundan, Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umurunda! Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım!.. E hakça söyle bakalım şimdi Hali Ağa, sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin?.. Ama sonra da Halil Ağa tutar sonra sarhoş der!..
Halil Ağanın dili çözülmüştü:
- Diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir… Buldu mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer.
Atatürk sordu:
- Sen de içer misin?
- Hiç bulunur da içilmez olur mu paşam!..
İçeriz ki,şerbet gibi!..
Atatürk, hizmet edenlere işaret etti, kadehler doldu. Uzattı kadehini Halil Ağaya:
- Hadi bakalım Halil Ağa sağlığına içelim.
- Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün!..
Sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirip kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:
- Yonan’ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin! Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem!..
Ayağını öpmek için davrandı, Atatürk hemen tuttu, tutunca eline sarılıp öptü ve başına koydu:
- Bayrağımız gibi başımızdan eksik olma inşallah! Düşmanın ayağının altında olsun! Gayri bana izin koca paşam!..
- Yemek yemedin!
- Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köye düzüleyim.
Atatürk Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağanın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selâmlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
Kapı kapandığı zaman, Atatürk sofraya döndü:
- “Efendimizin” hâlini gördünüz mü beyler? Devlet, size böyle davransa, ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “ Adam olmak” bize düşüyor!
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler, Atatürk’e dönmüştü:
- Halil Ağanın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun, yanlış yorumlanarak Hali Ağanın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır nasıl yaparız? Eğer yaptığımı kanun böyle yorumlanıyorsa, hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunu Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!
Susmuştu Atatürk. Kimse konuşmuyordu. İsmet İnönü, gözü ile arkadaşlarını dolaştı, sonra hafifçe öksürerek konuşmaya başladı:
- Haklısınız Paşa! Bunun, yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum. Önemle araştıracağım! Hükümet olarak elimizde insan kapasitesi yeterli değil, bunu biliyoruz. Ama görevimiz, buyurduğunuz gibi çarkı iyi döndürmektir, döndüreceğiz!
Ne Atatürk, ne sofradakiler içkiye dudak değdirmiyorlardı. Geniş tutulmuş bir Bakanlar Kurulu gibiydi masa… Başvekil, Cumhurbaşkanını tatmin etmek için konuşmuştu. Fakat Atatürk, yine de sinirli idi. Soruyu İsmet Paşaya doğrulttu:
- Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?
- Hayır Paşam, etseydi elbette ilgilenirdim!
- Ben de parmağımı buraya bastırıyorum. Biz, Cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetim müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar, Halil Ağanın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli… Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil Ağanın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar! Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlar da memleketin zararına olan böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar… Ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktır! Asıl üzüldüğüm, parmak bastığım yer burası!... Biz Cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!...

Mazereti Kesinlikle Kabul Etmiyorum
Cumhuriyetin ne olduğunu anlatmak zorundayız, hükümetin ve partinin görevi budur! Siz ikisinin de başındasınız Başvekil Paşa! İnsan kapasitesi mazeretini de kesinlikle kabul etmiyorum… Cumhuriyetten bu yana 13 yıl geçti. O gün okula başlayanlar, bugün üniversitelerde okuyor. Ortaokullarda olanlar, bugün ya devlet kadrosundadır, ya da parti teşkilâtımızın bünyesi içinde… Bunlar, Cumhuriyetin her tehlikeye karşı savunucusu değiller mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyeti anlatamadık, ya da daha kötüsü, bunlar da eyyamcı oldular! Yaptığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağaların başına gelenler, hükümete be Büyük Meclise ulaşmıyorsa, tehlike var demektir!
Atatürk, İsmet İnönü’nün yüzüne baktı. İnönü konuşmaya davranıyordu ki, Atatürk onu eliyle susturdu:
- Ne söyleyeceğinizi biliyorum. Sofradaki arkadaşlarımızı da bir hayli yorduk ve yemekten alıkoyduk. Hadi beyler- kadehini sofradakilere uzattı- görevimizi daha sıkı kavramamız ve başarmak için daha çok çalışmamızın onuruna!..
Ama sofradaki ağır hava hâlâ sürüyordu. İyi bir ev sahibi olan Atatürk, havayı düzeltmek için Salih Bozok’a takıldı:
- Salih, Kılıç’la (Kılıç Ali) ortaklaşa aldığınız piyango biletine on bin lira çıkmış, sana koklatmamış doğru mu?
- Doğru olmaz mı paşam, bari benden aldığın şu liracığım ver diyorum, ona da yanaşmıyor!...
Kılıç Ali, çaresiz kalmış gibi ellerini iki yana açıyor, konuşuyordu:
- Doğru değil Paşam, amorti bile çıkmadı, inandıramıyorum bir türlü…
Sofra gülüşmelerle doluyor, düzeliyordu…

Günümüzdeki yasama, yürütme ve yargı organlarında görevli seçilmiş ve atanmış devlet adamı iddiasında olanlara ithaf olunur!...

       İslâmiyetten Önceki Türklerde Hâkimiyet Anlayışı ve Hükümdarlık(*)14.02.2006
Türklerde Hâkimiyet Anlayışı
Türkler, devleti idare etme yetkisinin; hükümdarlık yetki ve kudretinin Tanrı tarafından Türk hükümdarlarına bağışlandığına inanırlardı. Belgelerde ve Türk hükümdarlarının taşıdıkları unvanlarda bu anlayış açıkça görülmektedir. Orhun Kitabeleri’ndeki, “..Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan…Tanrı irade ettiği için, “kut”um olduğu için kağan oldum…” sözleri; Türk hükümdarının Tanrı tarafından kut (devlet, baht, iyi talih) ve kısmet(ülüg) ile donatıldığı için iş başına gelebildiğini göstermektedir. Bu tarihî belgeden, Türk devletinde “siyasî iktidar” kavramının “kut” sözü ile ifade edildiği anlaşılmaktadır. Tanrı’nın kut bağışlaması ile dünyayı idare etme hakkına dayanan hükümdarlık anlayışına “üniversal devlet” denilmektedir.

Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü
Türk hükümdarı, göğün altındaki bütün ülkelerin tek bir hükümdarı gibi düşünülmekte ve yeryüzünün hükümdarı sayılmaktadır. Hükümdarların görevi, yeryüzünde huzur ve sükunu sağlamak ve birleştirici olmaktı. “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar”, her tarafın Türk hükümdarınca idare altına alınması, bütün Türk devlet adamlarınca “yerine getirilmesi gerekli görev” sayılmıştır. Bu görev, “cihan hâkimiyeti ülküsü” olarak tarihimizde, destan ve efsanelerimizde yer almıştır. Oğuz Kağan Destanı’ndaki: “…Güneş bayrağımız, gökyüzü otağımızdır… Daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru… Ben Türk hakanıyım. Yeryüzünün dört tarafına hâkim olmam lâzım. Sizden itaat bekliyorum, yoksa üzerinize ordu sev ederim…” sözleri, Türklerde hükümdarlık anlayışını ve “Türk Cihan Hâkimiyeti” düşüncesinin açıklıkla belirmektedir.

Oğuz Kağan’ın; Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz adlarındaki altı oğlu “Han” unvanını taşımaktadır. Oğuz Kağan’ın altı oğlu, kendi adlarının belirttiği sahanın sorumluları olduklarından sadece yeryüzü değil, bütün kâinat Türk idaresine alınmış ve Türk töresinin himayesinde birleştirilmiş olmaktadır. “Türk Cihan Hâkimiyeti” düşüncesi, Hunlardan Osmanlılara kadar, gerçekleştirilmesine çalışılan bir ülkü(ideal/mefkure) niteliğini, Türk tarihi boyunca korumuştur. Bu nitelik Osmanlılarda; “Nizâm-ı Âlem”, “İlây-ı Kelimetullah”, “Kızıl Elma Ülküsü” olmak üzere değişik adlandırmalarla devam etmiştir.

Türklerde, belirli sınırlara sahip araziye “ülke” deniliyordu. Arazi, bütün milletin ortak toprağı idi. Hükümdar ailesi(hanedan)nin malı değildi. Türk ilinde ülke(uluş), hükümdarın keyfine göre şahsî malı imiş gibi tasarruf edilebilen bir toprak parçası değildi. Bizar hükümdarın korumakla yükümlü olduğu atalar yadigârıydı.

Tahta çıktığı günlerde, komşu Moğol-Tunguzlar vergi olarak arazi istediklerinde (M.Ö. 209), Asya Hun Şanyü’sü Mo-tun(Mete); devlet meclisinde toprağın kendisine ait şahsî mülk değil, milletin malı v devletin temeli olduğunu belirtmişti. Toprağın verilmesine evet diyenlerin de boyunlarını vurdurtmuştu. Kendisinin ve bir başkasının kimseye arazi terk etmeye yetkisinin bulunmadığını söylemiştir. Dünden bugüne, atalar yadigârı toprak; Aşık Veysel’de “kara toprak”, Orhan Şaik Gökyay’da “vatan” olmuştur:


KARA TOPRAK
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
Her turlu isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır

Koyun verdi kuzu verdi sut verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana turlu turlu meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır

Karnin yardim kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yarim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkesler gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır

Dileğin varsa iste Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yarim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah'a
Hakk’ın gizli hazinesi kara toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır

Bütün kusurlarımı toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı tuzluyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır

Her kim ki olursa bu sırr-ı mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'in bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır
Aşık Veysel ŞATIROĞLU

BU VATAN KİMİN
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.

Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,
Hudutta gaza bayraklarından
Alnına ışıklar vuranlarındır.

Ardına bakmadan yollara düşen
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.

İleri atılıp sellercesine
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.

Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı yakut olan bu vatan,
Can verme sırrına erenlerindir.

Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil
Topun namlusundan görenlerindir
Orhan Şaik GÖKYAY




Hükümdarlık yetki ve kudreti(kut), Türklere Tanrı tarafından bağışlanmıştı. Kutadgu Bilig adlı ünlü siyaset eserimizde kut: “Kut’un tabiatı hizmet, şiarı adalettir… Fazilet ve kısmet kut’tan doğar… Her şey kut’un eli altındadır. Bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir… Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteği ile gelmedin. Onu sana Tanrı verdi… Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar…” sözleri ile açıklanmaktadır. “Kut/iktidar/hükümdar/muktedirlik” hakkında Şeyh Edebalı’nın Osman Gazi’ye, Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey’e vasiyetlerini, “akıl sahipleri”ne bir nebzecik düşünmeleri için hatırlatmak yararlı olacaktır:


ŞEYH EDEBALI’NIN OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ
Ey oğul, artık Bey’sin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana.
Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana...
Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun...
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın
Ama, bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın.
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir.
Bütün bilinmeyenler feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlâklı olursan gün ışığına çıkacaktır.
Ey oğul! Ananı, atanı say
Bereket büyüklerle beraberdir.
İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin.
Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma!
Gördüğünü görme. Bildiğini bilme”
Sevildiğin yere sık gidip gelme.
Ey oğul, üç kişiye acı:
Cahil arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene.
Ey oğul unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklıysan mücadeleden korkma.










OSMAN GAZİ’NİN OĞLU ORHAN BEY'E NASİHATİ
Ey oğul! Her işten önce din işlerine dikkat et. Zira farizaya (farzlara) dikkat, din ve devletin güçlenmesine sebeptir. Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen, büyük günahlardan kaçınmayan, helâla-harama dikkat etmeyen sefihlere ve ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma, devlet idaresinde bu gibi kişilere iş verme!.. Zira yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz.
Büyük günah işleyen ve bunu devam ettiren kimsede sadakat olmaz. Böyle kişilerin sadakati olsa ümmeti olduğu Peygamber-i Zişan'ın sadık tebligatı üzere hareket eder de şer'i şerifin dışına çıkmazdı. Zulümden, bid'atten sakın. Zulme ve bid'ate teşvik edenleri devletinden uzaklaştır. Çünkü böyleleri seni zevale uğratmış olurlar.
Daima cihad ile devletini genişletmeye çalış. Çünkü uzun zaman sefer olunmazsa askerin secaatine; reislerin ve kumandanların bilgi, tedbir ve malumatına ağırlık ve noksanlık gelir. Böyle sefer işlerini bilenler ölür gider de yerine tecrübesiz kimseler gelir, bu yüzden de birçok hatalar meydana gelir ki, bundan da devlet büyük zararlar görür.
Beytü'l-mali koru! Devletin servetini çoğaltmaya çalış!.. Şer'i şerifin ölçüsüne göre sana ait olana kanaatle, ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın.
Askerinle, malınla gururlanma. Zira onlar Allah yolunda cihad için milletin işlerinin yerli yerinde görülmesi ve cihana adalet ve fazileti yayman için vasıtadırlar.
Sadakatle Allah rızası için çalışan devlet erkânını koru! Vefatlarından sonra böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak, ihtiyaçlarını karşıla.!..Halkından hiç kimsenin malına tecavüz etme!.. Hak edenlere yardım ile iltifat elini uzat, böylelerinin yakınlarını sıkıntıdan kurtar. Askeri erkanı iyi koru!
Alimler, fazıllar, sanatkârlar, edipler; devletin bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun. Bir kemal sahibi işitince onunla yakınlık kur, dirlikler ver ve ihsan eyle!..
Hükümetinde ulema, fazıl kimseler, erbâb-ı maarif çoğalsın, siyaset ve din işleri nizam bulsun!.. Benden ibret al ki, bu diyarlara zayıf bir bey olarak gelip hak etmediğim hâlde bunca inayet-i celile-i Rabbaniye'ye mazhar oldum. Sen de benim yolumdan git ve bu Din-i Muhammedi'yi ve ashabını, başka sana tabi olanları koru.
Allah'ın hakkını ve kulların hukukunu gözet!.. Ve senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma. Ve adalet ve insafa riayet ile zulmü kaldırmaya devam ile her bir işe teşebbüste Allah'ın yardımına güven.
Halkını düşman istilâsından ve zulme uğratılmaktan koru!
Haksız yere hiç bir ferde lâyık olmayan muamelede bulunma!
Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan.


“Kut”un kan vasıtası ile babadan (hatundan doğan) oğulların hepsine geçtiğine inanılırdı. Bu sebeple hükümdarın ölümünden sonra, oğulları arasında meydana gelen taht kavgalarında, içlerinden birinin tam başarıya ulaşamaması (kut’a nail olamadığının anlaşılması) hâlinde Türk devleti parçalanmaktadır. Bu durumda, devlet iki veya daha fazla bağımsız bölüme ayrılmakta, yeni yeni devlet(hükümet)ler doğmaktadır. Bu durum, Türk devletinin zayıflık alâmeti olarak gösterilmiştir. Halbuki Türk devlet anlayışının doğal bir sonucundan başka bir şey değildir.

Bu usulde, hükümdarlık iddiasında bulunanlar arasından, en kabiliyetli olan tahta geçiyordu. Genellikle en büyük oğul tahta geçerdi. Fakat devlet meclisi yetersiz gördüğü kişinin hükümdarlığını tasdik/kabul etmeyebilirdi. Ayrıca, Türk hükümdarlarının Çinli prenseslerden doğan çocukları, tahta hak sahibi olamazlardı. Hın, Göktürk, Tabgaç, Uygur ve Türgiş devletlerinde, hatta İslâmiyetten sonra kurulan Türk devletlerinde görülen bu “taht/saltanat mücadelesi”nin sebebi “kut”tan başka bir şey değildir. Bu durum, Fatih Sultan Mehmet’e kadar devam etmiştir.

Hükümdarların Unvanları
Asya Hun hükümdarları, “Gök Tanrı’nın, güneşin tahta çıkardığı Tanrı-Kut Şanyü” unvanını kullanırlardı. Şanyü, “sonsuzluk ve bütün cihanı içine alan” demekti. Göktürk hükümdarlarına “Kağan” denirdi. Göktürk hükümdarı Bilge Kağan kendisini,”Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan” sözleri ile tanıtmaktadır. Uygurlar, önceleri hükümdarlarına “Kağan”, daha sonra Turfan ve Beş Balıg bölgesine yerleşince “Han” demeye başladılar. Uygurlarda, zamanla hükümdarlık eski önemini kaybetmeye başladı. Hükümdarlarına “İlig, İdik-Kut” unvanları verilmeye başlandı. “İdik-Kut”, “Tanrı tarafından gönderilmiş talih ve kutsallık” anlamına gelmekteydi. Türklerde, daha küçük unvanlar olarak “Batı”daki kral karşılığında yabgu, şad, ilteber, tigin vb. unvanlar kullanılmıştır. Hazar hükümdarlarına “Büyük Hakan”, devlet işlerini yürüten, ordulara komuta eden ve hakan vekili olan kişiye de “Hakan Bey” deniyordu.