Cahit

Cahit Bozkurt “Felsefe, Mizah ve biraz da Siir”
Karaosmanlarin Esaletin en küçük oglu. 1966 Sariyahsi dogumlu. Ilkokulu ve Ortaokulu Sariyahsi'de okuduktan sonra Almanya'ya isçi çocugu olarak babasinin yanina geldi. Yazarimiz Evli ve iki kiz babasi. Okumayi çok severken yazmaya baslamis, yazarken Sariyahsi'nin o buram buram kokan topragini hep içinde hissetmis. Son on yildir kendini edebiyata ve siire adamis biri.

                                                                               Veda 16.01.2008

Ama bu ne çok ölü ağlar güç… Behçet Necatigil.

Bazı anlar vardır, söz ile tarif edilemez. Ölüm olur, diyeceklerinizi tam anlatamazsınız veya söylenenleri anlamazsınız, anlasanız bile anladıklarinızı izah edemezsiniz. Hani „sözün boğaza dizildiği“ deyimi gibi, yutkunursunuz sadece. Anlaşılmama ihtimaliniz daha çoktur böyle an’larda.

Ilişki hernasıl olursa olsun zordur, gereklilikleri vardır. Iki arkadaşın arkadaşlığını bile bırakın, ebeveyn ve çocuk arası ilişkileri düşünün, o kadar zordur ki. Iliskiler topluma malolan alanlarda seyrediyorsa daha bir güçtür iletişim. Kendiniz gibi davranma haklarınız yoktur, olsa da kısıtlıdır veya kitlesel -dil aracılığı ile iletişim kuracaksınız. Ama bu yapınıza ters gelir, yöntemler ararsınız, bulsaniz bile karşınızdakiler aynı yöntemle olaya bakmıyorsa, sözcükler boğazınıza dizilir. Cevap verememek mi? hayır! Cevap vermemek.

Demokraside herkes eşittir evet, sıfırda eşitlenmedir demokrasi. Hakimiyetin hakka eşit olduğu durumdur demokrasi. Ama asla ve asla „karınca ile ağustosböceğinin“ eşitliği değildir demokrasi.

Site ile ilgili bir sorunum olmadı, katılımcı arkadaşlarımla da. „oynamayı bilmeyen gelin, yerim dar“mış da demiyorum. Yazı yazmak şevk ile olmalı, içtenlikle olmalı, ben bunu burada yapamadım, oynamak da istemedim. Söz ile tarif etmeye çalıştım, biliyorum olmadı. Ben yine buralarda olacağım ama okuyucu olarak, anlamaya çalışarak. Bir şiirim ile veda, okurlarıma teşekkürlerim için…
oyun
-yer cücelerine
çok eski bir oyun
tüm söylenmiş sözler
bir sonbahar yaprağı sırtında
boşlukta dolanan
bilinmezlik tünelidir
kendi kendime kazdığım
yönümü bulmak için
aldığım nefes, verdiğin söz
suya yazılan aşk... yalan
bir bardak şaraba sunarım ben’i
yudum yudum geçmişe içerim...
sözün kısası
eski oyun
yaşlı tanrı
ben bu oyunu oynadım

Cahit Bozkurt

                                                                             Düşünce Özgürlüğü 13.01.2008

Ne zordur bu iki kavramın biraraya gelmesi, hele hele de günümüz dünyasında, günümüz sistemi içerisinde. Şimdi söz söyleme özgürlüğü var, isteyen istediğini söylüyor. Peki ama derine gidince?

Dinciler şeriat’tan bahsediyor, solcular kominizmden, sağcılar Asya Türkleriyle bütünleşmekten. Ama şu şu konulara dokunmadan. Dokunursan yanarsın. Peki nerede düşünce özgürlüğü? ya ben onlar gibi düşünmüyorsam. Yaşım itibarıyla yetmişli yılların kavgalarını biraz bilirim; sağcıyım derdin
dövülürdün, solcuyum derdin yine dövülürdün, e(k)mekçiyim derdin yine dövülürdün. Hala aynı kısır döngü. Şimdi farklı olan söz söylemek hakkına sahip olmak. Peki düşünce nerde?

Uzun zaman geriye gitmeyeceğim, Atatürk’ten sonrası dönem dahilinde bu söyleyeceklerim. Seksenli yıllardan sonra doğan bir çocuğu alın karşınıza sorun Atatürk kimdir diye, yurdumuzu kurtardı der, devam etseniz nasıl diye, bilmez. Zorlarsanız başkaldırır isyan eder hatta küfreder. Peki suç onun mu? Hayır, suç hepimizin. Ama durumu bilen başka bir kesim, Atatürkçülüğü oylum oylum oyar. Nasıl mı? söz söyleme özgürlüğüne sığınarak. Örneğin bir ilçede tabela asılır, tabela sözde alkolün kötülüğünü bildirir „ Atatürk de içmeseydi daha uzun yaşardı“ diyerek.

Bu bir taraftan haklı gibi görünürken aynı zamanda Atatürk’ün özel yaşamına saldırıdır aslında. Yani Atatürkçü düşünceye darbedir, sonuçta Atatürk içkisiyle değil düşüncesiyle yurdu kurtarmıştır. Ama bunu anlamayan gençlerimiz böyle böyle kaybolur gider. Yani kişilerin özel yaşamına dokunula dokunula, düşüncelere tepkisel davranılmaları sağlanır.

Peki bu durumdan devam edelim. Einstein okuldayken sersem bir öğrenciymiş hatta gerizekalı sanılırmış, traş sabunu kullanmaz el sabunu kullanırmış traş olmak için! Eee? Soranlara şöyle dermiş: kafam karışmasın diye tek sabun kullanıyorum. Özel yaşamında öyle davranıyor diye Einstein’ı yok sayabilir miyiz?

Sokrates yoksul mu yoksul biriymiş, sürekli ona buna borçlanarak yaşamış. Atina yasalarına karşı geldiği için de ölüme mahkum edilmiş, baldıran otu içirilmiş tam ölüme yaklaşırken bir tanıdığına demiş ki: şuna bir tavuk borcum vardı lütfen onu öder misin. Bu durumda Sokrates’i nereye koyalım? Hani özeline giriyoruz ya.

Yahya Kemal’de oburmuş, yakın dostlarının anlatımıyla, o yemek yerken yanına kimse yaklaşamazmış. Eee? Ahmet Haşim de öyleymiş ölüm döşeğindeyken bile hala köfte, imambayıldı, baklava edebiyatı yapmış…

Peki Yahya Kemal gibi pisboğaz başka insanımız yok mu? Varsa niye onun gibi güzel şiirler yazamıyorlar. Her rakıyı seven Atatürk olabilir mi? her sersemden niye bir Einstein çıkmıyor? Dünyada milyarlarca yoksul var! Sokrates niye bir tane?

Emperyalist sistem ilginç bir oyun oynamaktadır, ve bu oyunu çözecek bir güç görünmemektedir. Bu yalnız bizim ülkemizle olmayıp tüm dünyanın da sorunudur. Sorun düşünce özgürlüğüdür, daha doğrusu özgürce düşünebilme yetisindedir. Ya değilse; bizim yaptığımız gibi, kötülerin içinden iyisini bulmak metodu değildir. Çünkü; bu oyun ne 10 yıllık, ne 100, ne de 1000 yıllıktır. Bu oyun çok eski bir oyundur. Tarih bu oyunlarla dolu. Onun için düşünce özgürlüğü diyeceğimize hatta söz özgürlüğü, düşünmek ve öğrenmek zamanıdır şimdi. Ve düşünceyi dile getirmek zamanı! Ama düşünceyi.

Umutsuzluğa terkedilen insana, yinelenen umutlar sunulmakta günümüzde bu şaşırtıcı değil, yöneticilerin yaptıkları da şaşırtıcı değil artık. sol, sağ, merkez kavgası değil bu, umutsuzluğun kavgası. Umutsuzluğu umuda çevirebilmenin tek yolu vardır, okumak, öğrenmek, düşünmek, anlamak. Anlamak ama herşeyi. O zaman umutsuzluk umuda dönüşür sanırım. Her zaman bir Atatürk, bir Sokrates, bir Yahya Kemal, bir Einstein çıkmayabilir dünyamız da. Biz bunu bilip buna göre hareket edersek, hepimiz bir Lider, hepimiz bir Felsefeci, hepimiz bir şair, ayrı ayrı bilimadamı olabiliriz.

Memet Fuat’ın bir şiiri ile bağlayayım yazımı.

Upuzun bir yol gider
aynasında karakolun,
Durur kanlı kavaklar
iki yanında yolun,
Gülmeyi unutan
memleketimin
kahhar ismiyle kahrolun…

                                                         Değişim, Başkalaşım, Döneklik 14.12.2007

Değişim, Başkalaşım, Döneklik

Sadece döneklik yazısı havada kalmış gibi olduğu için bu yazıyı ekliyorum.

Elimizdeki verilerle, yani bilimsel olarak evren değişiyor. Dünyamız neydi, bir ateş topu mu, nasil dönüştü bu hale geldi. Denizler, karalar nasıl oluştu? Insan nasıl insan oldu? Mağaralarda yaşarken insan nasıl oldu da yerleşik düzene geçti? Kölelik düzeni ne zamana kadar sürdü? Derebeylikten sanayi toplumuna ulaşmak ordan da kapitalizmin kucağına düşmek için kaç yıllar geçti?

Her ne olursa olsun insanlık ileriye doğru değişiyor denebilir, ama bu bir düz çizgi halinde olmuyor, gelgitleri var, iniş çıkışları var. Dünya, doğa, toplumlar değişir de insanlar değişmez mi? ömrümüz boyunca ne acılar yaşarız bizi zorlayan. Geçmişteki işkencecibaşı öyle olmayı istemiş midir, ya da bir hayatkadını o süreci seçmiş midir, anasından öyle mi doğarlar bunlar?

Insan kişiliği, toplumun dönüşen kurallarıyla da oluşabilir. Artık Almanya’da hapşırsak köyden işitiyorlar, bu bir değişimdir. Tekelci kapitalist zihniyet her alanı iktidarın lehine çevirmeyi iyi beceriyor. Gel bana, dön bana … ya dönmezsem? Sen bilirsin! Işadamıysan işini bitiririm, solcuysan mahkemeler sana hala açık, kürt kökenliysen işkenceye kadar yolu var, memur, işçi, öğretmensen iki yakan devletin elindedir, ümüğünü sıkıverir korkusu, almancıysan listemde bile yoksun…

Sonuçta insanoğlu herşeye bir ömür direnemiyor, sözde değişiyor. Bu değişimin üç türü var; doğal değişim, başkalaşım ve döneklik.

Tutuculuktan ilericiliğe, sermaye toplumundan alınteri felsefesine, sağdan sola doğru değişim doğaldır.
Soldan sağa, ilericilikten tutuculuğa değişimin adı başkalaşımdır. Buna yozlaşmak, yobazlaşmakta denebilir.

Ya döneklik? Çıkarcıdır dönek, döner; korkaktır dönek, döner; koltuk hırsı vardır dönein, döner; zayıftır dönek, döner; yılgınlaşır döner… canı sıkılır döner, dönek.

                                                                         Döneklik 11.12.2007

Franz Kafka’nın „değişim“i okumamıştım henüz, konusunu bilsemde. Bu tatilimde elime geçti aldım okudum. Hikaye kahramanı, Gregor Samsa bir sabah kalkınca kendini hamamböceği olarak bulur, sonra yüzükoyun dönmek istese de başaramaz.

Aslında değişim biz uykudayken bile devam eder, tırnaklarımız, saçlarımız uzar, dokularımız eskir yaşlanırız bile, koca yaşantımıza denk gelebilecek rüyalar bile görmekteyizdir unuttuğumuz.

Tatilden gelip, o kitabı okuduktan sonra mı bilmiyorum her sabah sıkıntı ile uyanıyorum. Her tarafta hamamböceklerinin çoğaldığını düşünüyorum. Sadece sürüneni değil ikiayaklılarının da çoğaldığını. Birçok insan işine gidiyor, sokalarda dolaşıyor, insan gibi konuşup ellerini kollarını sallasa da, ruhları hamamböceğine dönmüş bunların diyorum. Karanlıktan hoşlanan, ışıktan kaçan, bulaştığı yere kötü kokusunu sindiren, başı göğsünün altında bir hamamböceğinden farkı olmayan ikiayaklılar. Birbirlerine çok uyumlular. Bu düzende.

Sıkıntı ile demiştim, aslında suçluluk duygusu ile uyanıyorum. Şu yaşanılanların hepsi yıllardır biliniyordu ülkemde, hayır diyordum bu kez yanılmazlar! Yüzde elliye yakın oy verdiler, yetmemiş gibi bir de Cumhurbaşkanı seçtiler, yetmiyor gibi anayasa hazırlıyorlar… tüm bunlardan suçluluk duyuyorum, üstelik oy verme hakkım yok, bir beklentim de yok Türkiye’den. Ama suçluluk duygusuyla uyanıyorum hergün, o her iki kişiden biri ben de olabilirdim diye mi bilmiyorum… Bir sabah hamamböceği olarak uyanmaktan mı onu da bilmiyorum.

Bir sabah „dönek“ biri olarak uyanabilirsiniz, bu sizin asla değişim geçirdiğinizi söylemez. Hamamböcekliğinizi gösterir belki. Işin kötüsü sırtüstü yatmaya alışınca, bırakın değismeyi, dönemeyeceksiniz bile.

                                                     Hasretlerin Çocuğu Nazım 02.11.2007

yokluğun çocuklarıydık
yakınımızda her şey bize uzak*

„Sıradan İnsanlık” usancıyla yaratılan „prototip“ insan birçok yazar/şair tarafından dile getirilmiştir; Nietzsche buna „üstinsan“ der, Dostoyevski „Budala“ vs… Olması gerektiğine inanılan insan, herkesin içinde sezinlediği ama açığa çıkaramadığı „Büyük İnsan“.

Bu beklenen insan/lık kendini bir şekilde duyumsatır bize; dost, arkadaş, sevgili vb. şekilde.
Ama süregiden tekdüze yaşam bunun oluşumunu hep engeller. Beklemeye iter herbirimizi.

İlk bakışta Nazım’da da bu böyle gibidir, henüz 16 yaşında yazdığı „beklenti“ şiirine bakalım: „Gördün mü sen onu doğan ay söyle/ Öldürüyor beni beklemek böyle/ Saatler geçiyor gelmedin hala“ Sanki umutsuzluk içeren bir şiir gibi görünür, ama şunu unutmayalım ki henüz 16 yaşındadır şair. İlerleyen yaşlarında da özlemleri, hasretleri dile getirecektir şair. Ancak tüm şiirlerini incelediğimizde asla ve asla umut yitimine uğramadığını görebiliriz.

Memleketimden insan manzaraları’na bakalım şimdi; doktor Faik’in intiharından az önceki halini gözlemleyen, kendi yerine koyduğu Halil, doktor Faik’in yaşayamadığı bir yaşamı değiştirebilecek, yaşayacak çığlığa şahit olur köylü bir kadının doğurmasıyla. Şairin beklerken bile durmadığını, sürekli gözlem halinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz burada.

Umudunu asla yitirmemiş bir şairdi o.
Bir bakıma iyi insan/kötü insan diye ayırmadan, o insanların içinde duyumsadığı büyükinsan’ı dile getirdi sürekli şiirlerinde. Özlemi duyulan insanın yine insanda olduğunun bilincini kaybetmeden. Her bireyin içinde mutlaka o büyük insanı taşıdığını görerekten.

Hapishaneler, sürgünler, sevgililer hep bir özlem içinde yaşamaya itmiştir belki Nazım’ı, hasreti hiç bitmemiştir. Bunu bütün şiirlerinde görebiliriz kuşkusuz. Bu yaşamadan anlaşılmaz deneni bir şekilde yazmıştır Nazım. Vapur şiirine bakalım;
“Bir vapur geçer Varna önünden,/ uy Karadeniz’in gümüş telleri,/ bir vapur geçer Boğaz’a doğru./ Nazım usullacık okşar vapuru,/ yanar elleri...” vatan’ından uzaktayken bile boğaz’da düşleriyle gezindiğini duyumsamak için gurbette yaşamamız gerekmez. Şairi farklı kılan da bu yönü belki.

Otobiyografi şiirinde söylediği gibi “kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir/ ben ayrılıkların/ kimi insan ezbere sayar yıldızların adını/ ben hasretlerin” hasretlerin içine doğmuştur Nazım. Özlemini çektiği Büyük insanlığını göremesede, adını koymuştur büyük şiirinin: Hasret.

Yanıbaşında olanı da, uzakta olanı da göstermiştir Nazım umudunu yitirmeden, aşka inanarak, aşkla yaşayarak, aşka hasret kalarak “hasretlerin çocuğu Nazım”.

*C. Bozkurt

                                                             Şiir denemelerim 27.10.2007

Yarım Kalan Sevişmeler

yarım kalan sevişmelerdi
ölü çocukları alın yazgısına doğuran

büyütemem yalnızlığımı
mevsimler yer değiştirirken en son sonbahar
beni ele verir
üstünde kafam patlar aşk sen hiç büyümez misin
içime aldıramam

korkulardan yarattım kendimi sen oldum
benimdir el yordamıyla dokunduğum tenin
seçtiğin ter rengi benimdir

senindir dalın sabaha gül açması

seninim kadınım karanlığa aldırma
bir daha sevişelim haydi
bir daha
ölü çocuklar doğmasın


Yas


Devşirilse kıytırık hikayeler
bilinmez bir günün akşamı
Tanrısal bir ol değil
o deniz kızının hıçkırıklarında boğulmaması
Usta oluşundandır

Çarpılsa gibiler milyonla
bulunmaz çaresizliğin kederi
Çocukça sezgilerinde değil
şu deli adamın hüngür hüngür ağlamaması
Susta oluşundandır

Toplansa bir araya imgeler
açıklayamaz varlığın sebebini
Anamdan olma değil
bu gözlerimin kanlı karalığı
Yasta oluşundandır

                                               Teo(demo)krasinin Çıkmazları 07.10.2007

Son günlerde Türkiye’de bir örtünme (türban) tartışması doruklara çıkmıştır, yeni olmamakla birlikte bu konu artık çatışmalara doğru bir yola kaydığından dolayı bu yazıyı yazma gereği duydum.

Konuyu irdelemeden önce iki kavramı açıklamak istiyorum; dindar ve dinci kavramları bunlar.
Birçok sözlüğü, birçok bilimadamını/bilimkadınını inceledikten sonra, ortaklaşa varılan bir sonucu ekliyorum.
Dindar: Dinin gereklerini, siyasal/ideolojik bir amaç gütmeden, salt gerçek ve içten bir din sevgisiyle yerine getiren kimseyi ve bu kimsenin tutumunu nitelemek için kullanılır.
Dinci: toplum yaşamını, devlet düzenini dinin özünde varolduğu söylenen ilke ve kurallara göre oluşturmaya çalışan kimseye ve eylemini nitelemek için kullanılır.
Dindar insan salt inancı gereği özgürlüğünü isterken, dinci bunu siyasal anlamda istemektedir. Yani farklı farklı şeyler. Bir kısım siyasetçi uğraşa uğraşa başörtüsünü aldı ve kendinin simgesi haline getirdi, yani bildiğimiz „türban“.

Şimdi gelelim konunun özüne; laiklik, demokrasi, hatta çağdaş demokrasi dediğimiz kavramlar, insanlığın milyonlarca yıldır uğrunda savaştığı ve kazandığı özgürlüklerdir. Nedir bu özgürlükler?
Dogmalarla, insan yaşamının devam edemeyeceği gerçeğidir.
Buna basit bir örnek vereceğim: örtünmek dini bir dogmadır, doğru uygulanmayınca! Avrupa’nın göbeğinde gayet çağdaş insanların arasında tutup bir insan bundan bindörtyüzyıl önceki bir kıyafetle dolaşırsa örtünememiştir bence. Örtünmek dikkat çekmemek için kullanılan bir sistemdi zamanında! Dikkat edin, dikkat çekmemek için diyorum. Ortalama kılık,kıyafeti olan Almanya’nın bir yerinde eğer siz „türbanla“ gezerseniz, dikkat çekersiniz, yani açığa çıkarsınız, gözönüne gelirsiniz.

Türkiye gerçeğinde nasıl işliyor bu durum! Başta da dediğim gibi örtünme, ya da örtü bir takım siyasetçilerin bayrağı haline geldi. Ya değilse eskiden yüksekokullarda başörtüsü falan yasak değildi, ne zaman ki siyasal bir görüntüye simge olarak sokuldu dinciler tarafindan o zaman yasaklandı „türban“. Durum buyken; birçok dindar vatandaşın özgürce ibadet haklarını savunuyormuş gibi göstererekten, dincilik gayreti içindedir o siyasetçiler. Hem de bunu; laik, demokratik bir sistemden yararlanarak yapmaya çalışıyorlar.

Ilk bakışta anlamlı gelebilir bu bize; evet, ne var özgür demokratik bir ülkede niçin başörtüsüyle okullara gidilmesin denilebilir! Soruyu tersine çevirerekten sorayım o zaman! Başı açık bir kadın camilere girebiliyor mu? Laik devlet böyle bir yaptırımda bulundu mu? Bırakın başı açığı, kadınlar camilere girebiliyor mu? Üstelik de tam o cemaatin istediği gibiyse durum, önce o türbanlı kızlar camiye girip erkeklerle yanyana namaz kılabilme hakları yok mudur? Ve eğer özgürlükler aranacaksa oradan başlanması gerekmez mi?

Yüksekokullardaki durum bellidir! Bu bizim siyasal yaklaşımıza ters bir durumdur der ve yasaklar, ve bu normal bir durumdur. Çünkü her kurum kendi ideolojisini korumak zorundadır.
Burdaki hastalıklı anlayış ve insanları kutuplaştıran durum şudur; eğer bilime değilde dogmalara inaniyorsan, git önce o dogmalarla hesaplaş! Önce herkes camilere özgürce girebilsin ki, sonra yüksekokullara girebilsinler. Bu çizgiyi anlamadan, sorgulamadan bir sonuç çıkacağını sanmıyorum ama ben böyle düşünüyorum. Kaç kadın camiye girebiliyor ki, üniversitelere girebilsinler. Madem inaçları uğruna savaşıyor bu kadınlar önce gidip kendi cemaati ile sorunlarını çözsünler ki inanayım dindar olduklarına. Ya değilse her zaman dinci muamelesi göreceklerdir.

                                                                     Kısır Döngü 25.08.2007

Bu girdaba, Bıyıklı Amcam (Nietzsche) ne demiş olabilirdi diye arıyor arıyor bulamıyorum.
Zamanının insanını sürüye benzetmiş olmasından başka ne demiş olabilir! yılanı ve kartalı dışında hiçbir şeyi olmayan deli.

Okumak/okumamak; okumamak için hiçbir sebep bulamıyorum, okumak işlevinin kültürle ilişkili olduğunu tahmin ediyorum sadece. Okumak bize ne kazandırır sorusu sürekli karşımıza çıkan sorunsal galiba. Bunun bir nedeni olmalı! “Kartalı düşün” diyor amcam…
Kanatlılardan yola çıkmalıyım evet; okumayan insan için benzetme olsa olsa kümes-kanatlıları olabilir (tavuk,ördek ve benim gibi kazlardan oluşur), eti ve yumurtasından yararlanılır…

İnsan/lık hala kendine karşı dürüst değil, ikiyüzlülüğümüz bundandır ve bununla yüzleşmeye korkarız, veya farkında değilizdir tüm yeteneklerimiz, sezgilerimiz körelmiştir. Okumak bizi kendimizle yüzleşmeye iter diye düşünüyorum. Okumak/okumamak kavramı burada devreye girer tam da; kendinle yüzleşmek acı verir ve buna hazır mıdır insan? Acı çektirmeden yüzleştirecek yazar nerde? „iyi ki gözlerim miyoplaştı da yazılan pislikleri okuyamıyorum“ diyen Bıyıklı’nın gülümsediğini görür gibi oldum…

Okur/yazar
Yazmak için de sebep bulamıyorum; okur ne yazılsa okuyorsa, yazar ne istenirse onu mu yazar, yazar ne yazar, niye yazar!...kanatlılardan uçabilenlere mi benzer, uçup uçup gagası üstüne çakılanlara mı benzer (bülbülü var, güvercini var, benim gibi kargaları da var ayrıca)?

Yazmak bir yetenek olmalı, tıpkı şarkı söylemek gibi, resim yapmak gibi…iyi de bunun yazara ne faydası olacak sorunsalı başlıyor. Bıyıklı’nın; kuşikizinin (ruhikizi de denebilir, klişe bile olsa) yanına değilde, yalnızlığına döndüğü aklıma geliyor. İnsan yeteneğini niçin sergiler; topluma faydalı olmak için mi, inanmam. Bu belki çok ilerisi için doğru olabilir.
İnsan ruhikizini arar evet! özlenen insan/lar/lık doğsun diye.Ve bunu isteyebilen: yeteneklerini sergileyerek bulmak/bulunmak ister.
„evlilik diye ben, iki kişinin tüm var ettiklerinden daha üstün bir varlık yaratma güçlerine derim“ diyen amcam, herhalde bir karga ile ördeği kastetmemiştir.

Yazar,
Yazılmamışı, omuzunda kartalı, kolunda yılanı ile yazandır. Kanatsızdır.

Okur-a
Şimdi karga ile ördek çiftleşmektedir gizlice...
Ah bir anlayan olsa...

                                                       Bir Kuşun Anatomisi 01.07.2007

Bir Kuşun Anatomisi

Küçüktüm, altı-yedi yaşlarımdı onu ilk gördüğümde. Babam Almanya’dan izine gelirken getirmişti; çok güzel bir kafesin üzerinde saat vardı ve altında çekilen o zincirleri, evet guguklu saatten bahsediyorum. Hani her saat başı içinden yapma bir kuş çıkıp bize zamanı bildiren cihaz. Uzun yıllar o saatle birlikte guguk kuşuna da sempati duymuşumdur, nedenini bilmeden. Bundan birkaç yıl önceydi, aklıma geldi guguk kuşu. Kitapları, ansiklopedileri karıştırmaya başladım.
Gerçekte herkes guguk kuşunun kendisini değil, guguklu saatteki benzerini bilir sanırım benim gibi. Araştırmalarım sonucunda bulduğum bilgileri paylaşmak istedim.

Bilimsel adı «cuculus»tur; ama, bu ad genellikle kül renkli olanı için (cuculus canorus) kullanılır. Gugukgillerin çoğu tropik bölgelerde, Güney Amerika'da, Afrika'da yaşarlar. Uzun kuyruklu, sivri akıllı, kıvrık gagalı kuşlardır gugukgiller, ağaçta yaşayanların bacakları kısa, yerde yaşayanların uzundur. Değişik renkte guguklara dünyanın değişik bölgelerinde rastlanabilir.

Guguk kuşunun ilginç özellikleri: Guguk kuşu yuva yapmaz... Yuva yıkar.
Durup dinlenmeden çalışmak, sağdan soldan öteden beriden çerçöp toplayarak yuva kurmak kolay mı? Guguk kuşu alınterinin erdemine inanan bir insan değil öncelikle bunu bilelim; leylek, kırlangıç, serçe bile değil; atmaca, şahin, kartal hiç değil; kötü bir yaratıktır guguk kuşu, asalaktır. Ne yuva yapar, ne kuluçkaya yatar.

Peki, ne yapar?
Guguk kuşu başka kuşların yuvalarına yumurtalarını koyar veya o kuşların yuvalarına yumurtlar. Yuvanın sahibi kuş, zamanı gelince kuluçkaya yatar, uğursuz guguk bu zahmetten kurtulur. Sonra? İşin sonrası daha ilginçtir. Kuluçka süresinde, guguk kuşu, yumurtalarını bıraktığı yuvayı gizli bir ajan gibi gözetlemektedir. Kuluçkaya yatan asıl anaç kuş ise, yumurtalar birer birer çatladığında şaşırmaktadır!.. Kabukların içinden çıkan bu yaratıklar da ne? Ana kuş, yem aramak için yuvasından uçtuğunda, guguk kuşu için fırsat doğmuştur; hemen yuvaya baskın yapar, ana kuşun gerçek yavrularını birer birer aşağı atar, yalnız guguk yavrularını bırakır.

Guguk kuşu işte böylesine asalak, anasının gözü, kurnaz bir yaratıktır.
Bir guguk kuşunun kuluçkaya yattığı, yavrularına analık yaptığı görülmemiştir. Guguk kuşları kuşaktan kuşağa türlerini sürdürmek, yavrularını üretip büyütmek için hep başka tür kuşları kullanmasını bilmişlerdir.

Kitaplar bu alanda ilginç gözlemlerle dolu. Ana kuş, yumurtalar çatladığında büyük bir şaşkınlığa düştükten sonra, olanı biteni benimser. Ne de olsa anadır; onca gün üzerinde kuluçkaya yattığı, ısıtıp koruduğu yavrular, hiç beklemediği bir görünümde ortaya çıksalar da o analık görevini üstlenir. Ancak yavru büyüdükçe, anayla arasındaki çelişkiler de büyür. Acıklı ve korkutucu bir çelişkidir bu; ana kuş analığa düşman bir asalak yetiştirmektedir.

Durduk yere niye bunları araştırıyorum-yazıyorum, deli miyim ben diye de düşündüm. Ama önümüzde bir genel seçim var ve her vatan evladı gibi bende vatanımı seviyorum. Yaşıtlarım ve benden büyükler iyi bilir bu olayı. Yirmi-otuz yıl önce birileri (guguk kuşunu düşünün) Türkiyemizin göbeğine yumurtladı veya da yumurtalarını bıraktı, seksen ihtilalinden bahsediyorum. İnsanlar, kuşlar gibi bir yılda gelişip olgunlaşamıyorlar anatomisi gereği. O insanlar artık yumurtasından çıkmıştır ve guguk kuşu beklemektedir! Şu anaç kuş biraz ayrılsa da yavrularını yere atıp, soyumu devam ettirsem diye...

Siyaseti hiç sevmem tabiatım gereği ama işin boyutu değişmektedir. Onun için ben tarafımı bildiriyorum bu yazıda. Hani, Nemrud’un yakmaya çalıştığı Hz. Ibrahim olayı gibi: karıncanın bir tanesi ağzıyla su taşıyormuş, bunu gören biri sormuş: ne yapıyorsun sen? Hz. Ibrahim’in ateşini söndürmeye gidiyorum! İyi de bu suyla o ateş sönmez ki demiş öteki. Karınca da demişki: bunu bende biliyorum ama en azından hangi tarafta olduğum bilinir... Seksen ihtilalinin yumurtasından üçüz ampül kafa çıktı farkında mısınız? Asalak bir toplum istemediğim için, guguk kuşuna benzeyen bir nesilin devamını istemediğim için bunları yazdım. Bu vatan niye bu hale geldi sorusuna yanıt için yazdım bunları. Türkiye Cumhuriyeti yıkılmasın diye yazdım. Hayırlı seçimler...

Bir kuşun anatomisinden girip karıncadan çıktım, bir Metin Eloğlu şiiri ile bağlayayım konuyu.


ZURNANIN ZIRT DEDİĞİ YER

bu dünya Sultan Süleyman'a kalmamış;
ama size kalacak
olur a,Sultan Süleyman bilememiş işini;
ama siz bileceksiniz.
şöyle sizinle beraber üç-beş kişi;
öte yanı kör dövüşü.
bir gün yaşamışsınız,ömrünüzde bereket;
akşam olmuş kendiliğinden;
bir konağınız var dayalı döşeli;
kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz;
kadehte kuş sütü var,tabakta minare gölgesi...
biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene,
eklediniz mi?
oh, yaşamak ne güzel şeymiş be!
güzeldir tabii...

şimdi bir de bir oda düşünün bakalım;
halı, kilim hak getire.
ekmeğin ,katığın lafı hiç edilmesin,
otu ocağı bir kalem geçin;beş kişi uzanmış bir sedire,
basıyorlar küfürü;
kime?
ne bileyim ben kime...
bu oda niçin mi yoksul?
o beş kişi yoksul da onun için.
bu bayların ,bayanların derdi mi ne?
ne olacak , memleketin derdi.
peki ama, çaresi yok mu bu işin?
ha şöyle, düşünmeye alışın biraz...

                                                       Kaç sözcükle konuşuyoruz? 20.06.2007

Türkdili ve iletisi hakkında çokşey söylenir. Yetersizdir, edebi dil olamaz, felsefe dili olamaz diye…

Öncelikle dil insanın varlığıdır, bir şekil varoluştur bunu belirtmeliyim…

Sahi kaç sözcükle iletişim kuruyoruz? Üç-beş yüz, üç-beş bin!
Bir şiir bana elli sözcükle akabiliyor, ya size?
Ya yazdıklarımız, kendimize ulaşıyor mu?

Gelelim konuya!
Türkçe ne’ye yetmiyor örneğin? Bunun açıklaması bile yoktur. Ama birçok ağızdan Türkçenin yetersizliği seslendirilmektedir!
Türkçe ile felsefe yapılmıyor mu, edebi ürünler sunulmuyor mu diye sorsanız! Cevap alamazsınız. Çünkü yapılıyor!
Sınırlı sözcükleriyle yazanlar/konuşanlar vardır, bu asla ölçek olmayacak, şimdiye kadar olmadığı gibi.

Ama sözcükler çekilmiştir ipe… anlaksız (gerizekalılar demek istemiyorum) ne anlar anlatmak boşuna…

Dil deyince, sözvarlığına ulaşmalıyız. Sahi buna ulaşabilen oldu mu?
Üstterim olarak sözvarlığı yutuluyor.
Etkin sözvarlığı mı, edilgen sözvarlığı mı kullanılmayan, bu unutuluyor gibi mi ne?

Tarihsel öngörüler çamura saplandı… üzerine kurulan kağıt-köprüler yıkılacak belki de…

Sahi kaç sözcükle konuşuyoruz? Bunun ufak bir denemesi belki de bu yazı.
Hepimizin bildiği bir diyaloğu aktarıyorum şimdi.

İki yaşlı kadın birkaç gün görüşmedikten sonra karşılaşırlar.
Biri ötekine sorar: Nö’rüyon (ne yapıyorsun, nasılsın anlamında)?
Diğer kadın cevaplar: Nö’reyim ki (bildiğin gibi )
Diğer kadın başıyla onaylar bunu ve cevaplar: Nö’rcen ki...

Şimdi bu diyalog da iletişim olmadı denebilir mi?

Geçelim başka bir örneğe. Gün geçmiyor ki dilimize bir sözcük yerleşmesin! Tekrarlar dururuz; hatta bazen o sözcüğün canına okuruz, son dönemlerde ençok kullanılan „yaw“ sözcüğü, bu bazen „yahu“ anlamında kullanılırken, bazen de „ya“ anlamında kullanılıyor. Ya, yahu sözcükleri üzerine mutlaka yazacağım ama şimdi buna yakın bir sözcükle ne kadar çok şeyler söylenmeye çalışılacağını örnekleyeceğim.

Acayip… sözcüğü üzerine!


Acayip bir gün olacağını gördüğüm Acayip rüyadan bilemezdim.
Acayip acıkmıştım Acayip bir kahvaltı hazırladım. Acayip müzik dinlemek istiyordum radyoyu açtım Acayip biri Acayip bir şarkı söylüyordu. Acayip doyduktan sonra canım Acayip sigara istedi. Balkona çıktım hava Acayipti, dumanı içime Acayip Acayip çekerken Acayip zevk alıyordum. Yoldan Acayip Acayip arabalar
gelip geçiyordu, kuşlar Acayip Acayip ötüyorlardı, yoldan Acayip Acayip geçen bir kadın ve
Acayip köpeği Acayip Acayip bana bakmaya başladılar ne Acayip Acayip konuşuyorsun diye Acayip Acayip bağırdılar.
Bir Acayiplik vardı Acayip bir kabus olmasındı bu, uyumalıydım.
Ya yeniden Acayip bir rüya görürsem!... artık uyumuyorum Yaaaaaa…

İletişimi böyle kurmak güzel olmasa da, Türkçe kötü kullanılıyor diyebilir miyiz?

Şimdi de hepimizin diline düşmüş bir sözcüğü inceleyelim.

Ölüm…


Daha doğarken, değiştirilemez diye alnına yazılan yolculuğa çıkacağını çok iyi biliyordu o an.
Çok uzun yolculuklara çıkmasına rağmen, bu farklıydı. Adını bile hiç düşünmemişti bu yolculuğun.

Ölüler Diyarına Yolculuk olabilir diye düşündü, gözlerini kırpıştırmaya bile korkarak düşünmeye başladı, arkasından neler diyeceklerdi acaba?
Adres değiştirdi, ahireti boyladı, canından geçti, canı çıktı, canından oldu, canıyla ödedi, cartayı çekti, çukur doldurdu, dünyasını değiştirdi, ecel şerbetini içti, emrihak vaki oldu, geberdi, göçtü, gözlerini kapadı, gümledi, hakka yürüdü, hakkın rahmetine kavuştu, hayata gözlerini kapadı, kalıbı dinlendirecek, kandilinin yağı tükendi, kefeni sipariş vermişti, mevlasına kavuştu, mortoyu çekti, öbür dünyayı boyladı, postu deldirdi, ruhunu teslim etti, rahmeti rahmanına kavuştu, son nefesini verdi, ruhunu teslim etti, sırroldu, tahtalı köyü boyladı, vefat etti, yuvarlandı, zıbardı.

Evet “zıbarmalıydı” artık, A’dan Z’ye kadar gidiş iyi olmuştu

Uyumakta zorlandığı zaman yapıyordu böyle, koyun saymanın çözüm getirememesi üzerine kendi bulduğu bir yöntemdi, kavramlar üzerine neler söylenmiş bunları saymaya çalışıyordu.

Kasetçalarda „sevemedim kara gözlüm seni doyunca“ çalıyordu, gözlerini sakince yumdu derin bir uykuya daldı

Türkçem; güzel dilim, kim ne derse desin, ben seni seviyorum.

Bir şiirle bitireyim bu yazıyı.

Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilene bu söz yeter
Sende güher var ise.

Yunus Emre

                                                                   Kültür-Sanat ve Ateş 09.06.2007

Başı çatlayacak gibiydi.
Bu kadar içme diyordu kendi kendine.Ama insanlığı düşününce içmese olmuyordu gibi bir saplantıya kapılmıştı.

Kendine bir kahve yapmak için yataktan kalktı ve mutfağa gitti. Evde herkes mışıl mışıl uyuyordu, kimseyi rahatsız etmeyeyim diye balkona çıktı. Akşam et mangal yapmışlardı ve ateşi söndürmeden hepsi sızmıştı.

Eskiler gibi közde pişirsem kahveyi diye düşündü. Sessizce tekrar mutfağa gitti, cezveye kahve koydu suyu ekledi ve ocağın başına geldi. Köz var mı diye biraz eşeledi külleri, evet vardı. Hemen közleri biraraya getirerek cezveyi üstüne yerleştirdi.

Acaba, hangi Ata’sı ateşi kontrol altına almıştı? Homo Erectus? Yok yok o’nlar olamazdı…hangisi almışsa almıştı işte ona neydi...
Ya alamasalardı diye bir ses dürteledi beynini.

Cebinden bir sigara çıkardı közde tutuşturmaya uğraştı. Ateş kontrol altına alınmasaydı nasıl tutuşacaktı sigarası, cezve olacak mıydı, fincan olacak mıydı…? Hatta insan olacak mıydı?

Homo Habilis’ler olabilirdi ateşi kontrol altına alanlar, insan ile hayvan arasında sayılırdı ya onlar. Homo Neanderthaliensis’lerin ta Afrika’dan, Avrupa’ya göç ettiklerini düşünürsek! Ateş kontrol altına alınmasa bu göçler olmayabilirdi, hatta olmazdı. Onların yokoluşu ateşi kullanmayı bilmemeleri denebilir. Çünkü ateşi kontrol etmek başka, kullanmak başkadır.

Ateş kontrol altına alınmasa ne olurdu acaba sorusuna takılmıştı aklı!

Çiğ et yiyen Africanus’lar gibi kazma dişlerimiz olurdu, yediğimiz çiğ etleri hazmetmek için saatlerce baygın baygın yatardık, diye duymuştu bir bilgeden.
Sakın Homo Habilis atalarımızın hazmetmek için yatarken çıkardıkları garip hırıltılar ilk şiir’ler olmasın? Kesin öyle olmalıydı! Şimdilerde yazılan şiirleri gözü önüne getirdi, pis pis sırıttı.

Bu kahve de bir türlü kaynamak bilmiyordu, közleri üfledi tekrar. Ne kadar da sabırsızdı! Oysa Ataları evrim için milyonlarca yıl beklemişlerdi…

Yiyeceklerini pişirmeyi öğrenen Homo Habilislerin hazım sorunları olmamıştı; saatlerce aygın-baygın yatmak yerine, birlikte gülüp oynamaya dans etmeye başlamışlardır diye düşündü. Ateş kullanılmaya başlanmıştı. Buna biz kültür demiyor muyuz sanki diye onayladı kendini. Evet öyle olmalıydı.
Önce birlikte avlanılacak, birlikte pişirilecek, sonra birlikte yenecek ve birlikte tadı çıkarılacak.

Çiğ yiyecekleri ısırmayan dişler küçülecek, çene yapısı değişirken beyin kısmı büyüyecekti. Evrim teorisi de böyle demiyor muydu.

Takma dişleri yerinde mi diye kontrol ettikten sonra; içinden, ateşi kontrol eden Homo Habilislere, "kazma gibi dişlerim olsaydı da benim olsaydı" diye küfretmek geçti.

Su yüz derecede kaynardı, bu kahve niçin kaynamıyordu? Bir sigara daha yaktı…

Ateş kontrol edilmeliydi evet! Evrim için bu gerekli bir süreçti. Öyle olmasa ne kültür ne sanat olabilirdi, ne de insan!

Birden kahkahalar atmaya başladı, kahve kaynamıştı. Usul usul fincana boşaltırken, tüm ev halkı balkona yığılmıştı. Bir kahveye baktı bir de diğerlerine; fincanı eline aldığı gibi, viıyk viıyk sesleri çıkararak bahçeye kaçtı.
***


Barış
ey adını vadilere haykırdığım
telli turnalara çığırdığım türkü
hiçbir tarihe gelmeyen
dişlerim arasında gevelediğim dudak
asırlardır yokluğuna sevda dediğim
barış
güvercin ayağına takılıp gelmedin
içime aynaların düştü
söz kırıldı