Kemal Kocak’in yazdiklari / ARSIV

 

 

 Dünden bugüne yansimalar Sariyahsi ve civarina bir bakis 2 / DÜNDEN BUGÜNE SARIYAHŞİ VE CİVARINA BİR BAKIŞ Sekiz yillik mecburi ilkögretimMilli Egitimde yeniden yapilanma“Fener rum ortodoks patrikhanesi-heybeliada ruhban okulu”ndan yansimalar!..Türkiye-AB iliskileri baglaminda Kibris sorunu üzerine öngörüler… Sariyahsi’yi bir SARIYAHŞİLİ gibi düsünebilmek.


Kemal Kocak beyin üc numarali yazisi...

               MİLLî EĞİTİMDE YENİDEN YAPILANMA               geri dön
(yaklaşım ve Yorumlar)

Türk kamu yönetiminde, devlet adına eğitim hizmetlerinin düzenlenmesi, gözetim ve denetiminden Millî Eğitim Bakanlığı sorumludur. MEB, yürütme, gözetim ve denetim görevini; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu, 3797 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanun hükümlerine göre yerine getirir.

MEB’in teşkilât (örgüt ) yapısında 1983-2002 yılları arasında sık sık değişiklikler yapılmıştır. Merkez teşkilâtında yer alan ana hizmet birimlerinin görev alanlarının belirli / ilgili okul türlerine yönelik hizmetlerin yürütülmesi biçiminde sınırlandığı görülmektedir. Bu sınırlandırmalara ihtiyaç-amaç-örgüt-görev anlayışı ile yaklaşıldığında birim ölçeğinde görev alanlarının netleşmediği, görev-yetki ve sorumluluk dengesinin kurulamadığı anlaşılmaktadır.

Türk Millî Eğitim Sistemi, örgüt ve yaygın eğitim olarak iki ana bölüme ayrılmaktadır. Örgün eğitim; okul öncesi eğitimi, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim basamaklarına ayrılmaktadır. Yaygın eğitim ise örgün eğitimin yanında veya dışında düzenlenen eğitim hizmetleri yapısını oluşturmaktadır.
 

TALİM VE TERBİYE KURULU BAŞKANLIĞI

Millî Eğitim Bakanlığın en önemli ilmî danışma ve karar organı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığıdır. Söz konusu başkanlık; Talim ve Terbiye Kurulu ( 15 üye ) ve altı daire ( program, mevzuat, plânlama, araştırma ve dokümantasyon, yayın ve kültür, Türk cumhuriyetleri ve Türk toplulukları, idarî işler ) başkanlığından oluşmaktadır.

Başkanlık, kurul ve daire başkanlıklarının görevleri incelendiğinde; eğitim sistemi ile eğitim plân ve programlarının, ders araç ve gereçlerinin araştırılması, geliştirilmesi; ders ve yardımcı ders kitaplarının hazırlanması, hazırlatılması ya da satın alınması türündeki görevlerin doğrudan ana hizmet birimleri ya da yardımcı hizmet birimleriyle ilgili olduğu görülmektedir.

Bu durum, uygulamada Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığını “ bakanlığın ilmî danışma ve karar organı “ olmaktan uzaklaştırmakta, ana hizmet birimi ya da yardımcı hizmet birimlerinin görevlerini üstlenme konumuna getirmektedir.

Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının görev alanı “ ilmî danışma ve karar organı ” olarak sınırlandırılmalıdır. Ana hizmet birimlerinin görevleri arasında yer alan “ eğitim-öğretim programları, ders ve yardımcı ders kitapları, eğitim araç ve gereçlerini hazırlamak ya da hazırlatmak ” görevleri Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının görev alanında çıkarılmalıdır.

Ana hizmet birimlerince hazırlanan eğitim-öğretim programları, ders ve yardımcı ders kitapları, eğitim araç ve gereçleri konusunda karar verme yetkisi Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığında kalmalıdır. Ancak, Talim ve Terbiye Kurulu incelemesi ve kararından önce, eğitim- öğretim programları, ders ve yardımcı ders kitapları, eğitim araç ve gereçlerinin belirlenen ölçüt (kriter)lere göre, bakanlık içindeki ve dışındaki alan uzmanlarından her bilim ve uzmanlık dalı için ayrı ayrı kurulacak ön inceleme komisyonlarınca incelenmeleri sağlanmalıdır.

öğretmenlik mesleğine girişte lisans öğrenimini esas alan bakanlık, kurul üyeliklerine atamada alanında yüksek lisans ya da doktora yapmış olmak şartını esas almalıdır.
 

ORTAÖĞRETİM GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Eğitim hizmetlerinin objektif, süratli, sürekli ve verimli gerçekleştirilmesi anlamında bakıldığında, 3797 sayılı Kanuna göre, Türk Millî Eğitim Sisteminde okul öncesi eğitimi Okul Öncesi Eğitimi Genel Müdürlüğünde, ilköğretim hizmetleri İlköğretim Genel Müdürlüğünde toplanmış olmasına karşılık, ortaöğretim düzeyinde eğitim-öğretim hizmetlerinin gerçekleştirilmesinden sorumlu altı genel müdürlük ( Ortaöğretim Genel Müdürlüğü, Erkek Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü, Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü, Ticaret ve Turizm Öğretimi Genel Müdürlüğü, Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürlüğü, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ) bulunmaktadır.

Yaptıkları işler aynı düzeyde ve farklı okul türlerinin eğitim-öğretim ve yönetimiyle ilgili olmalarına karşılık, aynı tür ve nitelikteki hizmetlerin çeşitli ana hizmet birimlerince yürütülmesi, ortaöğretimde sistem bütünlüğünün sağlanmasında birtakım güçlükler çıkarmakta ( sistem bütünlüğünü parçalanması, yenileştirici ve geliştirici kararların alınması, varolan insan ve madde kaynaklarının etkili ve amaca uygun kullanımı gibi ) ve sistemin işleyişini engellemektedir.

1739 sayılı Kanunda öngörülen, kalkınma plânları ve yıllık programlarda sık sık dile getirilen çok programlı ( amaçlı ) liselerden ortaöğretim sistemini rahatlatması beklenmiştir. Ancak, ortaöğretimde sistem bütünlüğüne dayalı bir örgütlenme modelinin kurulamayışı, beklentini gerçekleşmesini engellemektedir.

ortaöğretim kurumları ( genel lise, muhtelif programlı lise, anadolu lisesi, fen lisesi, anadolu güzel sanatlar lisesi, endüstir meslek lisesi, teknik lise, anadolu meslek lisesi, anadolu teknik lsesi, pratik sanat okulu, kız meslek lisesi, kız teknik lisesi, anadolu kız meslek lisesi, anadolu kız teknik lisesi, olgulaşma enstitüsü, pratik kız sanat okulu, ticaret meslek lisesi, otelcilik ve turizm meslek lisesi, sekreterlik meslek lisesi, anadolu otelcilik ve turizm meslek lisesi, anadolu aşçılık meslek lisesi, öğretmen lisesi, anadolu öğretmen lisesi, imam-hatip lisesi, anadolu imam-hatip lisesi ) adları altında eğitim- öğretim yapmaktadır. Genel lise ve muhtelif programlı liseler dışındaki ortaöğretim kurumlarının adları kurum değil program adıdır. Çok programlı ( amaçlı ) lisenin bölümleri/ dalları olarak yer almaları gerekmektedir.

Okul öncesi eğitim ve ilköğretimde olduğu gibi ortaöğretimde de varolan insan ve madde kaynaklarından en etkili yararlanmak için sistem bütünlüğü gerçekleştirilmelidir. Bunu için, ilgili hizmetler bakımından altı genel müdürlük bir araya getirilerek Ortaöğretim Genel Müdürlüğü adı altında tek ana hizmet birimi olarak birleştirilmelidir.
 

YURT DIŞI EĞİTİM – ÖĞRETİM GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü ve Yurt Dışı Eğitim- Öğretim Genel Müdürlüğü, görev  alanları bakımından aynı tür ve derecedeki hizmetleri yürütmektedir. Yurt dışı eğitim –öğretime yönelik hizmetler tej akana hizmet biriminde toplanmalıdır. Bunun için, Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü ve Yurt Dışı Eğitim- Öğretim Genel Müdürlüğü, Yurt Dışı Eğitim Genel Müdürlüğü adı altında birleştirilmelidir.
 

EĞİTİM TEKNOLJİLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Yayınevleri, basımevleri, döner sermaye, araç-gereç, bilgi işlem, resmî ve özel yerleştirme sınavlarına ilişkin hizmetler aynı türden ve birbiriyle ilişkili olmasına karşılık, dört hizmet birimince yerine getirilmektedir.

Belirtilen hizmetler, sistem bütünlüğü içinde varolan insan ve madde kaynaklarının verimli kullanılması açısından birleştirilmelidir. Bunun için Yayımlar Dairesi Başkanlığı, İşletmeler Dairesi Başkanlığı, Eğitim Araçları ve Donatım Dairesi Başkanlığı ile Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü tek ana hizmet birimi olarak İşletmeler ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü altında birleştirilmelidir.
 

ORTA ÖĞRENİM BURS VE YURTLAR DAİRES BAŞKANLIĞI

Başkanlığın görevlerinden yurt ve burslulukla ilgili olanlar eskiden olduğu gibi ilgili ana hizmet birimlerine, gerçek ve tüzel kişilerce sağlanan yurt, pansiyon vb. kurumlara ilişkin hizmetlerin yürütülmesi ve denetimine ait görevler, özel öğretim kurumlarına yönelik hizmetlerde uzmanlaşmış olan Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğüne aktarılmalıdır.
 

UZMANLIK HİZMETLERİ / ALANLARI

Millî Eğitim Bakanlığı merkez ve taşra teşkilâtı birimleri ile eğitim – öğretim kurumlarında uzmanlık alanları ve uzmanlar anlamını bulmalıdır.

eğitim yönetimi, eğitim denetimi, eğitim plânlaması, eğitimde rehberlik, eğitimde program geliştirme, özel eğitim, eğitim teknolojisi, beslenme eğitimi, halk eğitimi, eğitimde ölçme, değerlendirme ve yönlendirme uzmanlık alanlarında eğitim yöneticisi, eğitim müfettişi, eğitim plânlaması uzmanı, okul danışmanı, program geliştirme uzmanı, eğitim teknolojisi uzmanı, beslenme eğitimi uzmanı, halk eğitimi uzmanı, ölçme ve değerlendirme uzmanı yetiştirilmeli ve istihdam edilmelidir.

Millî Eğitim Bakanlığı ana hizmet birimleri, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Araştırma, Plânlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı, il ve ilçe millî eğitim müdürlükleri ile eğitim – öğretim kurumlarında görevli- her ne ad/ unvan altında olursa olsun- uzman         ( eğitim uzmanı, kurul uzmanı ), şube müdürü, il ve ilçe millî eğitim müdürü, okul müdürü, sınıf ve branş öğretmenlerin hizmet içi eğitim kurs ve seminerleri ile nitelikleri geliştirilmelidir. Eğitim personeli, Türk Millî Eğitiminin temel ilkelerinden “ Bilimsellik “ ilkesini uygulayabilecek yeterli niteliği kazanmalıdır.

İlköğretim okulları ve çok programlı liselerde öğretmenlerin yanında eğitim uzmanları

iş birliği içinde çalışmalıdır. Türk Millî Eğitim Sistemi; yönetici, denetici, öğretmen ve uzmanlarca değerlendirilmeli ve geliştirilmelidir.

  MEB Merkez teşkilâtı üst düzeyde plân, program, denetim, karar ve koordinasyon hizmetlerini yürütmelidir. Eğitim plân ve programlarını hazırlamalı, öğretim programlarının hazırlanması, uygulanması, değerlendirilmesi ve geliştirilmesi yerinden yönetim / yerellik ilkesine göre alanına bırakılmalıdır.

 Eğitim bölge ve kurulları ile üniversite / eğitim fakülteleri iş birliği ile öğretim programı, eğitim araç ve gereçleri hazırlama ve geliştirme etkinlikleri gerçekleştirilmelidir.
 

ÖĞRENCİ BAŞARISININ DEĞERLENDİRİLMESİ / ÖĞRENCİ AKIŞININ YÖNLENDİRİLMESİ

İlköğretim ve ortaöğretimde öğrenci akışı amacına dönük biçimde yönlendirilmeli ve kaynak savurganlığı en aza indirilmelidir.

İlköğretimde; “ Fırsat ve İmkan Eşitliği “ ilkesini zedeleyen birleştirilmiş sınıflı ilköğretim okullarının kaldırılması gerekmektedir. Bunun için, taşımalı ilköğretim uygulaması, pansiyonlu ilköğretim okulu, yatılı ilköğretim bölge okulu eğitim-öğretim yönetim ve denetimi ile öğrenci başarısı karşılaştırılmalıdır. 2010 yılına kadar eğitimin finansmanını sağlayan MEB, eğitim sistemi dışındaki alanlara istihdam yaratmaktan öte yararı ortaya çıkmayan taşımalı ilköğretim uygulamasına insan ve madde kaynaklarının savurganlığını önlemek için kademeli olarak son vermelidir. Bu alana aktarılan madde kaynakları, sosyo-ekonomik kültürel yapı- nüfus hareketleri esas alınarak pansiyonlu ilköğretim okulu ya da yatılı ilköğretim bölge okulu yapım ve donatımına ayrılmalıdır.

İlköğretim yapım plân ve programına, Türk Millî Eğitim Sisteminin genel amaç ve temel ilkeleri yok sayılarak alınmış ve gerçekleşmiş, günümüzde boş/ atıl kapasite durumunda olan pansiyonlu ilköğretim okulu ve yatılı ilköğretim bölge okullarının durumu incelenip değerlendirilmelidir.

Ortaöğretimde; aynı okul çatısı altında çok sayıda öğretim programının uygulandığı çok amaçlı ( programlı ) lise modeli yaygınlaştırılmalıdır.

Türk Millî Eğitiminin temel ilkelerinden özellikle yöneltme ve bilimsellik ilkeleri uygulanarak ortaöğretim ve yükseköğretime giriş sınavları kaldırılmalıdır.

 


Kemal Kocak beyin iki numarali yazisi...

       geri dön

“ FENER RUM ORTODOKS PATRİKHANESİ-HEYBELİADA RUHBAN OKULU ”NDAN YANSIMALAR !..

SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya bir tez atıldı. Bu tez, Fukuyama’nın “ Tarihin, yani ideolojilerin sonu geldi. Artık, liberalizm her yerde ve her şeye egemen” anlayışını dile getirmekteydi. Şimdi bir başka ABD’li siyaset bilimcisi Samuel P. Huntington, Fukuyama’nın bıraktığı yerden mirası devralıyor ve 21’inci yüzyılın din ağırlıklı bir medeniyetler çatışması ile belirleneceğini ileri sürüyor.(1)

 Harward Üniversitesi John M. Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Huntington’un 1993’te Foreign Affairs dergisinde “ Medeniyetler Çatışması mı ? ” ( The Clash of Civilazation ? ) başlıklı bir makalesi yayımlandı. Bu çalışma, 21’inci yüzyılda “ din ve medeniyet ” ile ilgili karanlık bir tablo ortaya koymaktadır.

 Huntington; Hristiyan Batı, Ortodoks Hristiyan, Çin veya Konfüçyan, İslâm, Hindu ve Japon olmak üzere yedi veya sekiz dünya medeniyeti tanımlamaktadır. Bu kapsamda İslâm ve Konfüçyan medeniyetlerini kısmen yükselişte, Batı medeniyetini nispeten düşüşte, temel medeniyetler çatışmasının bir yanda Çin ve İslâm medeniyeti ile diğer tarafta düşüşte olan Batı arasında gerçekleşeceğini öngörmektedir. Birden fazla medeniyetin etkisinde olan ülkeler için “ bölünmüş ülkeler” kavramını kullanmakta, Türkiye’yi İslâm ve Batı medeniyetleri arasında bölünmüş bir ülke olarak tanımlamaktadır. Bu öngörüler ve düşünceler bütünüyle tartışılabilir ve yeni tezler ortaya konulabilir. Bunların ışığında Türkiye’yi ilgilendiren asıl önemli konu, bugün bir “ Ortodoks Çemberi ”nin kurulmasına çalışıldığı iddialarıdır.

 Günümüzde, dünyanın bir “ medeniyetler çatışması ”na doğru sürüklendiğine yönelik iddialar/tezler ileri sürülmektedir. Türkiye ve Ortadoğu’nun içinde bulunduğu coğrafyanın/tarihî coğrafyanın “ Ortodoks Çemberi ” kurulmak suretiyle çevrelenmeye çalışıldığı endişe ile gözlemlenmektedir.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, 37’de Apostol Andre tarafından kurulduğu ileri sürülen Bizans Başpiskoposluğunun zaman içinde siyasî düşüncelerle İstanbul Başpiskoposluğuna dönüştürülmesi ile ortaya çıkmıştır.

 Patrikhane, 451’de Kadıköy’de toplanan 4’üncü “ Ekümenik Konsül ”ün kararlarına göre Roma Patrikhanesi ile eşit sayılmıştır.

 Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasından sonra, Bizans İmparatorluğundaki Hristiyanlar, İstanbul Ortodoks Kilisesine bağlanmışlardır. Ortodoks Kilisesi, Doğu Ortodokslarından 451, Katoliklerden ise 1054’te ayrılmıştır.

 6’ncı yüzyıl ortalarında “ Patrik”e, Bizans İmparatoru tarafından “ Ekümenik ” unvanı verilmiştir. Böylece, patrikhanenin yetkileri dinî işlerle sınırlanarak dünya işlerine karışmaları önlenmiştir. (2)

 İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul Patriği seçilen Gennadios’a Türk ve İslâm hukukuna göre patriğin görev ve yetkilerini gösteren, Patrikhaneye bazı ayrıcalıklar tanıyan bir fermanla düzenleme yapılmıştır. Fatih’ten sonra, Osmanlı padişahlarının Patrikhaneye verilen imtiyazları benimseyen fermanlar ile düzenleme yapması gelenek hâline gelmiştir.

 Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve mensupları, Osmanlı Devletinin himayesi ve hoşgörüsü altında yaşamalarına rağmen patriğin 1821’deki Mora İsyanı sırasında isyan kışkırtıcılığı ve destekçiliği yaptığı belirlenmiştir. Patrik Grigoryüs, suçunu itiraf etmesi üzerine idam edilmiştir.

 19’uncu yüzyılın başlarından itibaren Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ortodokslar arasında dinî birliği korumak amacıyla bir teoloji okulunun açılmasını gündeme getirmiştir. (3) Patrikhanenin bu yoldaki girişimleri sonuç vermiştir. 19’uncu yüzyılda Patrik Photios’un yaptırmış olduğu Heybeliada’daki Ayia Triada Manastırının 1821’de yanan kısımları Patrik IV. Germanos tarafından 1842’de tamir ettirilerek 1 Ekim 1844’te Heybeliada Ruhban Okulu açılmıştır. Bu okuldaki eğitimin amacı; bilgili ve münevver ruhaniler yetiştirmek olarak belirlenmiştir. (4)

 1862’de Osmanlı padişahının emri ile Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin devlet içindeki konumunu belirleyen bir “ Nizamname ” hazırlanmıştır. (5) Nizamnamede, iddiaların aksine, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin bütün Ortodoksların dinî merkezi olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır.

 Lozan görüşmelerinde; müttefik devletlerin heyetleri ile yapılan müzakereler sonucu, “ Rum Kilisesinin reisi olan Patriğin tayinini onaylayan Tük Hükûmetine daima tabi bir memur olarak kalmasına, Patrikhanenin ise ileride siyasî ve idarî mahiyetteki yetkilerinden arındırılmak suretiyle İstanbul’da ikametine devam edecek olan münhasır bir dinî müessese olmasına karar verilmiştir.” (6)

 Patrikhane ile ilgili görüşmeler, Lozan Antlaşmasının müzakere tutanaklarında kalmıştır. Antlaşma metninde Patrikhane ile ilgili özel bir hüküm yer almamıştır. Buna göre; Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, siyasî ve idarî görevleri ile ayrıcalıkları bulunmayan, sadece İstanbul Rum azınlığa yönelik faaliyet gösteren Türkiye Cumhuriyeti Devleti kanunlarına tabi dinî bir kuruluştur. Kısacası; Patrikhanenin “ ekümenik ” niteliği bulunmamaktadır.

 “Lozan Antlaşması”nın imzalanmasından sonra Patrikhane, yeni durumu kabullenmekte zorlanmıştır. Bu sebepler Türk Hükûmeti, kanunlara uyumsuzluğu devam eden Patrik Konstantin Arabacıoğlu’nu 1925’te mübadele yoluyla Yunanistan’a göndermiştir.

 1996’da Patrik Athenagoras, patrikhane kilisesinde “ Afaroz ”un kaldırılması münasebeti ile yapılan bir ayinde yetkisi olmadığı hâlde kendisini “ Konstantinopolis (!) ve Ekümenik Patriği ” ilân etme yanlışlığını göstermiştir.(7)

 Bartholomeos I, 02 Kasım 1991’de 270’inci patrik olarak göreve başlamıştır. Seçildiği günden beri ekümenik patrik olabilmek ve milletler arası platformlarda taraftar bulabilmek için her fırsatı değerlendirmiştir.  Bu amaçla, 07-20 Haziran 1999 tarihleri arasında Heybeliada / İstanbul’da     “ Çevre ” konulu toplantılar düzenleyerek ekümeniklik iddialarına meşruiyet kazandırmak yolunda faaliyetlerini sürdürmektedir. Karadeniz kıyı ve bölgesi kentlerinde “inanç turizmi“ adı altında yapılan gezi ve toplantıları da amaç ve sonuçları bakımından ayrıca değerlendirmek gerekmektedir.

 Konumu/yeri antlaşmalarla belirlenmiş olan patrikhane ve patriğin, kamuoyunca bilinen çaba ve isteklerinin Türkiye Cumhuriyeti Devletince kabul edilmesi mümkün değildir. Patriğin, patrik seçimini yapacak olan “ Sen Sinod ” üyelerinin ve Patrikhanede çalışanların Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması kanunlar ile zorunlu hâle getirilmiştir.

 Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin ısrarla, “ Heybeliada Ruhban Okulu açılmalıdır ve dünyanın her tarafından öğrenci alabilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu okul üzerinde hiçbir şekilde denetim hakkı olmamalıdır. Patrik ve patriğe bağlı metropolitlerin de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma şartı kaldırılmalıdır ” isteklerinin altında “ ekümenizm ” yatmaktadır. Sayılan isteklerin gerçekleşmesi durumunda, Patrikhanenin Vatikan örneği bir yapılanmaya girişeceği açıktır. Patrikhane, başta Selânik Teoloji Fakültesi olmak üzere, dünya üzerinde teoloji eğitimi veren birçok okulda personeline gerekli eğitimi aldırmakta/verdirmektedir. Diğer taraftan, Ortodoksların bulunduğu dünyanın diğer bölgelerinde de bu tür okulları açma imkanı var iken ısrarla Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasını istemesi, Patrikhanenin yakın ve uzak hedeflerinin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.

 Heybeliada Ruhban Okulu Tekrar Açılabilir Mi ?..

 Heybeliada Ruhban Okulunun kapatılmasının ve tekrar açılmamasının hukukî dayanakları şöyle sıralanabilir:

  1. Lozan Antlaşması, azınlıklara bir üstünlük ve ayrıcalık değil, Müslüman Türk halkla eşit muamele görme hakkı tanımaktadır. Bu durum, Anayasanın 12’nci maddesindeki eşitlik ilkesine uygundur.
  2. 3 Mart 1340 (1924) tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Türkiye’de dinî eğitimi cemaatlerden ve özel kişilerden alıp devlet görevi olarak Millî Eğitim Bakanlığına vermiştir.
  3. 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’na göre, özel şahıs ve tüzel kişilerin dinî eğitim ve öğrenim yapan özel öğretim kurumu açma yetkisi yoktur.
  4. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın         “ Cumhuriyetin nitelikleri ” başlıklı 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti lâik bir devlet olarak nitelenmiştir. Bunun gereği olarak dinî öğretim yapan okul açma ve yönetme yasaktır.
  5. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 24’üncü maddesinde “ Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır ” hükmü bulunmaktadır.
  6. 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nda; “ Türk Millî Eğitiminin Genel Amaç ve Temel İlkeleri ” belirlenmiştir. Yüksek Öğretim Kanunu da aynı amaç ve ilkeleri öngörmektedir. Hangi derece ve türde olursa olsun eğitim-öğretim kurumları programlarının anılan genel amaç ve temel ilkelere uygun olarak geliştirilmesi zorunludur.

Heybeliada Ruhban Okulunun idarî ve hukukî olarak tekrar açılabilmesi; okulun bir İlahiyat Fakültesine veya kişi kararının rol oynadığı vakıf üniversitesine değil, İlahiyat Fakültesi olan bir Devlet üniversitesine bağlanması ile mümkündür. Aksi hâlde, Patrikhaneye bağlı bir Ruhban Okulunun açılması durumunda vatandaşlar arasındaki eşitlik bozulacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, yüksek öğretim kurumlarının kuruluş şartlarını düzenleyen Anayasa’nın 130-132’nci maddeleri de Ruhban Okulunun yüksek okul statüsünde eğitim yapmasını engellemektedir. 130’uncu madde, “ …orta öğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerliğe sahip üniversiteler Devlet tarafından kanunla kurulur ” hükmünü öngörmektedir. Dinî özerkliğe sahip bir okulun kurulabilmesi, ancak bu maddenin değiştirilmesi ile mümkündür.

Anayasa’nın “Yükseköğretim kurumlarından özel hükümlere tabi olanlar” başlıklı 132’nci maddesi, yalnızca Türk Silâhlı Kuvvetleri ve Emniyet Teşkilatına bağlı yüksek öğretim kurumlarının açılabileceğini öngörmektedir. Bir hukuk devleti olduğundan hiçbir kimsenin şüphesinin bulunmadığı Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, Anayasa’nın anılan maddeleri kapsamında Heybeliada Ruhban Okulunun tekrar açılması mümkün değildir.

Sonuç Yerine!..

Eğer, Heybeliada Ruhban Okulu Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin istediği şekilde açılacak olursa; Ermeni, Süryani, Türk Ortodoks, Katolik, Protestan, Yahova Şahitleri, Bahailer vb. din, mezhep, tarikat, grup ve diğerleri aynı isteklerle Türkiye Cumhuriyeti Devletine başvuracaklardır. Çünkü, bu durum onlara bir emsal oluşturacaktır. Bu cemaatler dışarıdan destek alabilecekleri için, Türkiye demokratik bir ülke olduğundan isteklere karşı çıkmak zor, hatta imkansız olacaktır. Böyle bir durum, Türkiye üzerinde kurgulanan “ Ortodoks Çemberi ” kaynaklı Hristiyanlık propagandasını güçlendirecektir. Sonuçta, Türk toplumu dinî yönden parçalanacaktır. Huzursuzluklar, çatışmalar, çekişmeler, tartışmalar yaşanacaktır. En önemlisi lâik bir ülkede, hukukî yönden bunlara izin vermek nasıl mümkün olacaktır ?..

DİP NOTLAR

  1. KONGAR, emre, “ Yeni Emperyalizm ve Huntington ”, Cumhuriyet Gazetesi, 17.11.1997
  2. BİLGE, Suat, “ Fener Rum Patrikhanesi ”, Cumhuriyet Gazetesi, 05.12.1997
  3. GÜLER, Ali, “ Heybeliada Ruhban(Papaz) Okulu ve Gerçekler ”, Bilge, Bahar 1998, Sayı:16, s.29
  4. ERGİN, Osman, Türk Maarif Tarihi I-II, Eser Kültür Yayınl., İstanbul 1977, s. 743-744
  5. Rum Patriği Nizamatı(1862), Düstur, Cilt:II, s.902-937. Ferman, sadece idarî yapı hakkında düzenlemeleri kapsamaktadır.
  6. SOFUOĞLU, A., Fener Patrikhanesi ve Siyasî Faaliyetleri, İstanbul 1996, s.120-139
  7. ŞAHİN, S., Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul 1996, s.309

               Kemal Kocak beyin 02.05.2004 tarihli yazisi...              geri dön

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA KIBRIS SORUNU ÜZERİNE ÖNGÖRÜLER…

Lozan Anlaşmasından

 “ Türkiye iş bu muâhedede açıklıkla belirtilen hususlar dışında bilcümle arazi üzerinde ve bu araziye bağlı kezâlik işbu muâhede ile üzerlerinde kendi hâkimiyet hakkı tanınmış olan adalardan gayri cezireler üzerinde (-ki bu arazi ve cezirelerin mukadderatı ilgililer tarafından tayin edilmiş veya edilecektir-) her ne mahiyette olursa olsun haiz olduğu bütün hukuk ve müstenidattan feragat ettiğini beyan eyler. İş bu maddenin hükümleri komşuluk münasebetiyle Türkiye ile hemhudut memleketler arasında kararlaştırılmış veya kararlaştırılacak olan özel hükümleri ihlâl etmez.” Madde 16
 “ Türkiye Hükûmeti Kıbrıs’ın Britanya Hükûmeti tarafından 5 Kasım 1914’te ilân olunan ilhakını tanıdığını beyan eyler.” Madde 20


Garanti Anlaşmasından

“ Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle tamamen veya kısmen herhangi bir siyasî veya iktisadî birliğe katılmamayı taahhüt eder. Bu itibarla herhangi bir diğer devletle birleşmeyi veya adanın taksimini doğrudan doğruya veya dolayısı ile teşvik edecek her nev’i hareketi yasak ve ilân eder.” Madde 1
“Yunanistan, Türkiye ve Birleişk Krallık, Kıbrıs Cumhuriyetinin bu anlaşmanın birinci maddesinde gösterilen yükümlülüklerini göz önüne alarak Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve aynı zamanda Anayasanın temel maddeleriyle kurulan düzenini tanırlar ve garanti ederler.” Madde 2
“…Ortak veya anlaşarak hareket imkanı olmadığı takdirde, garanti veren her üç devletten her biri, bu anlaşma ile kurulan düzeni tekrar kurmak amacı ile harekete geçmek hakkını saklı tutarlar.” Madde 4

Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin politikaları ve Annan plânı etrafında biçimlenen tamamı, doğrudan veya dolaylı olarak AB konusuyla ilgilidir. Annan plânı, Türk tarafının egemenliği ve siyasî eşitliği gibi konularda 11 Şubat 1958 Zürih ve 19 Şubat 1959 Londra anlaşmalarının gerisine gitmekte, mülkiyet sorununun bireysel müracaatlarla gerçekleşmesini ( Loizidou davasında olduğu gibi ) benimsemektedir. Böyle bir durumda ortaya çıkacak ekonomik kaosun Türk tarafını bir yıkıma sürükleyeceği açıktır.

     Annan plânı kabul edildiği takdirde, “ Ada”nın tamamının; Türkiye’nin üye olmadığı, üye olmasının bütünüyle tartışmalı ve şüpheli olduğu AB’ye üye olması, sorunu daha da karmaşıklaştıracaktır. Kıbrıs, Anan plânı veya bir başka plânla AB’ye girdiği zaman, Türkiye’ni “ Ada” üzerinde elde ettiği hakların büyük bir bölümü anlamsız duruma geleceği gibi hemen ortadan kalkacak veya zamanla eriyecektir.

     Annan plânının tartışılmasında farklı kesimlerin kestirimlerde bulunmasına sebep olan ana konu, Kıbrıs sorununun çözümünün veya çözülmemesinin, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda oynayacağı olumlu veya olumsuz rolle doğrudan ilgili olmasıdır. AB, Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan zirvede Türkiye’yi aday ülke ilân etmiştir. Bu tarihten itibaren Kıbrıs ve Ege sorunları da Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlanması yolunda “ kriter/ölçüt ” hâline getirilmiştir. Ab Helsinki Zirvesi kararlarında, Türkiye aday ülke olarak ilân edilirken   “ Ada ”da bir çözüm olmasa bile Kıbrıs Rum tarafının AB’ye yaptığı üyelik başvurusunun sonuçlandırılacağı ( Rumların “ Kıbrıs Cumhuriyeti” sıfatıyla ve “ Ada”nın tamamını temsilen AB’ye üye yapılacağı ) kayıt altına alınmış, Türkiye’ye de Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunması şartı getirilmiştir.

       Helsinki zirvesi sırasında Türkiye’nin duyduğu endişeler, AB dönem başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı ve AB’nin dış politika ve savunmadan sorumlu üst düzey yetkilisi Solana’nın  Türkiye başkentinde yaptığı görüşmeler sonucunda giderilmiştir. Böylece Türkiye’nin Helsinki zirvesi kararlarına itiraz etmemesi sağlanmıştır. Daha sonra Türkiye, AB’nin Kıbrıs sorununu Türkiye’ye bir kriter gibi sunamayacağını, Helsinki Zirvesi sırasında dönem başkanı olan Finlandiya Başbakanının Ankara’ya yazdığı mektupta bu konunun açık bir biçimde dile getirildiğini ifade etmiştir. Sonraki ay/yıllarda bu konu unut(tur)ulmuştur. AB Komisyonunun hazırladığı “ Katılım Ortaklığı Belgesi”nde, Türkiye’nin kısa ve orta vadede yani 2004 yılı sonuna kadar Kıbrıs ve Ege sorunlarını çözmesi istenmiştir.

     3 Ağustos 2002’de TBMM’den geçen uyum paketiyle birlikte Türkiye Kopenhag kriterlerinin siyasî bölümlerini gerçekleştirmiştir. Buna göre Türkiye’ye, Aralık 2002’de yapılan AB zirvesinde müzakerelere başlama fırsatı verilmesi gerekirdi. AB zirvesi, 12 Aralık 2002’de Türkiye’ye müzakere fırsatı vermek yerine, tarihin tarihini verdi ve bu konunun Aralık 2004’te toplanacak zirvede ele alınacağını açıkladı.

     Aralık 2002’de toplanan Kopenhag Zirvesi, Türkiye açısından bir geriye adım olmuştur. Çünkü bu zirvede Türkiye’ye tarih verilmediği gibi aynı zamanda Türkiye’nin Kopenhag siyasî kriterlerini yerine getirmediği de AB belgelerine girmiştir.

     Aralık 2002’den bu yana birbiri ardına çıkarılan uyum yasalarından sonra, Türkiye’nin siyasî kriterleri yerine getirmediğini iddia etmek artık imkansız hâle gelmiştir. Gelişmeleri takdirle karşıladıklarının belirten AB yetkililerinin, Türkiye’nin attığı adımlardan epeyce rahatsızlık duydukları açıkça ortaya çıkmıştır. Bu rahatsızlığın bir yansıması olarak AB yetkilileri, derhal “uygulama mazereti”ne sarılmışlardır. Uyum yasalarının ve idarî düzenlemelerin uygulanmasında ortaya çıkan bir takım sorunları- kimi medya organlarının abartmasından da yararlanarak- gerekçe göstermek suretiyle Türkiye’ye “uygulama” kriteri getirilmiştir.

     Her ülkede, uygulamada bazı aksaklıkların olması gayet doğaldır. Uygulamadan kaynaklanan birçok soruna, üye ülkelerde de rastlandığı bir gerçektir. Ayrıca uygulama uzunca bir süre alacağından bunun müzakere sürecinde denetlenmesi daha adil, kolay ve mantıklı olur. Nitekim eski Doğu Avrupa ülkelerine bu anlayış/kolaylık gösterilmiştir.

     AB Komisyon tarafından 5 Kasım 2003’te Türkiye ile ilgili “ İlerleme Raporu” ve Strateji Belgesi” yayımlandı. Belgelerde, bir yanda Türkiye’nin gerçekleştirdiği “ reform”lar övülmekte, öte yandan sık sık eksikliklerden söz edilmekte ve uygulamaya özel önem verileceği vurgulanarak mazeretler sıralanmaktadır. Ayrıca, 5 Kasım öncesinde ve sonrasında AB yetkililerince yapılan açıklamalarda sürekli olarak “ Türkiye’nin üye olmayabileceği”ne veya “ Türkiye’nin üye olmaması gerektiği”ne vurgu yapılması rahatsızlık vermektedir. Bu kapsamdaki açıklamalar, daha önceki yıllarda AB kamuoyunu etkileyen çevreler tarafından yapılırdı. Giderek AB Komisyon yetkilileri ve üyesi ülkelerin yöneticileri tarafından da aynı ve benzer anlamda açıklamalar yapılmaktadır. Bu durum, Türkiye’ye önerilen Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözümüne ilişkin stratejide ciddi şüpheler uyandırmaktadır.

     AB, sonuçta Türkiye’yi üye yapmak gibi bir politika izlememekle birlikte Türkiye’den, başta Kıbrıs olmak üzere Yunanistan ile sorunlarını Rum-Yunan ikilisini tatmin edecek bir biçimde çözmesini istemekte/dayatmaktadır. Öyle ya Zürih, Lonra ve Garanti anlaşmalarını rafa kaldırarak “ Kıbrıs Cumhuriyeti”ni ortadan kaldıran Türkiye’dir. Kıbrıs’ta kurulu düzeni darbe yaparak Türkiye bozmuştur.

     AB Komisyonunun izlediği stratejiye göre; Türkiye uyum yasalarının uygulamasını istenilen düzeyde gerçekleştirecek ve Kıbrıs sorununu Anan plânı çerçevesinde- Rumları ve Yunanistan’ı büyük ölçüde tatmin eder biçimde- çözecektir. Ardından Yunanistan’ın tezleri doğrultusunda hazırlanacak bir tahkimnameyi imzalayarak Ege sorunlarını Lahey Adalet Divanına götürecektir. Ev ödevlerini yerine getiren Türkiye, AB Komisyonunun yayımlayacağı ilerleme raporlarını bekleyebilir.

     Türkiye’de AB propagandası yapan çevrelerin ürünlerine bakılırsa, Türkiye kendisinden beklenenleri gerçekleştirdiği takdirde, AB Komisyonu ilerleme raporu Türkiye ile müzakerelere başlanması yönünde olacaktır. AB Zirvesi de mutlaka Türkiye’ye müzakerelere başlanması için tarih verecektir. Bu durumda Türkiye, AB ile 2005 yılının ilk yarısında üyelik müzakerelerine başlayacaktır. Ancak eldeki veriler ve ortaya konulan tavırlar, böyle bir ihtimali iyimser bulmayı ortadan kaldırmaktadır.

    • Haziran 2004’te AB Parlamentosu seçimleri yapılacaktır. Bu seçimlerde Alman ve Fransız sağı, Türkiye karşıtı bir kampanya yürüteceklerini açıklamışlardır.
    • AB Parlamentosu seçimlerinden Alman ve Franzsı sağının galip çıkması hâlinde, Alman ve Fransız hükûmetlerinin Aralık 2004’te Hollanda’da toplanacak AB Zirvesinde Türkiye’ye müzakere tarihi vermeleri muhtemelen imkansız olacaktır. Çünkü bu durumda, her iki hükûmet de kendi kamuoylarının üyelik verilmesine karşı çıktıkları bir ülke ile müzakereleri başlatmış olacaklardır. Eylül-Ekim 2006’da seçime gidecek Almanya başbakanının böyle bir riski göze alması mümkün değildir.
    • AB’nin genişleme ile ilgili gündemi, Mayıs 2004’te yapılacak toplantılar ve Haziran ayında İrlanda’da toplanacak AB Zirvesiyle kapanacak gibi görünmektedir. Çünkü Aralık 2003’te Brüksel’de toplanan AB Zirvesinde, anayasa konusunda bir uzlaşma sağlanamadı. İspanya ve Polonya’nın oy hakkı konusunda, kendi çıkarları doğrultusunda ısrarcı olmalarından genişlemeyle ilgili bazı kararlar alınamadı.
    • Mayıs-Haziran 2004’te Bulgaristan ve Romanya’nın üyeliğinin bir takvime bağlanması gerekecektir. Hırvatistan’a ise AB ile müzakerelere başlaması için bir tarih verilecektir. Bosna-Hersek, Sırbistan-Karadağ, Arnavutluk ve Makedonya’nın AB’ye yakınlaştırılması ve üyeliğe hazırlanması için neler yapılması gerektiğine dair kararlar alınacaktır. Sonra, AB Parlamentosu seçimleri yapılacak ve AB Komisyonu görevini bırakacaktır. Yeni Komisyon, yıl sonuna doğru görevine başlayacaktır. Görevi ise daha çok AB’nin 2013 yılına kadar olan bütçesini hazırlamak olacaktır.

Bu durumda, Aralık 2004’te AB’nin Türkiye ile müzakerelere başlaması yönünde bir karara varması hemen hemen imkansızdır. Kısacası Türkiye, Annan plânı çerçevesinde veya bu plânı hemen imzalamak suretiyle Kıbrıs sorununu Rum-Yunan tezleri doğrultusunda çözse (!) ve Ege konusunda da Yunanistan’ı tatmin edecek adımlar atsa bile Aralık 2004’te müzakere tarihi alamayabilecektir. Bu kadar önemli dış politika konularında ihtimale oynamanın ne kadar riskli olduğu/olacağı da bir gerçektir.

Sonuç Yerine
Kıbrıs ve Ege sorunlarını AB’nin öngördüğü biçimde “çözerek”(!) Aralık 2004’te müzakere tarihi beklemek çok büyük riskler taşımaktadır. Bu durumda, hem Türkiye’nin AB üyelik sürecini gözeten hem de müzakere tarihi beklentisiyle çok büyük dış politika tavizleri vermeden bir takım yeni ve yapıcı öngörülere ihtiyaç duyulmaktadır.

Bunlardan en gerçekçi/akla yatkın olanı, sorunu AB ve ABD’nin beklediği biçimde Annan plânı çerçevesinde müzakere ederek bir takım değişikliklerden sonra plânı imzalamak, ancak plânın uygulamaya girmesini Türkiye’nin AB üyeliğinden sonraya bırakmaktır.

Açıkçası, Annan plânına bir madde eklenmek suretiyle plânın Türkiye’nin AB üyeliğinden sonra uygulamaya gireceği en açık biçimde belirtilmelidir. Böylece Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs sorunu arasında bir tür eş zamanlılık sağlanabilir. Annan plânındaki pek çok konunun uygulamasının tamamlanması, zaten uzun sürecek zaman dilimlerine yayılmıştır. Türkiye’nin üyeliğinin de- arada bir söylendiği gibi-2013 ve 2015 yılları arasında gerçekleşeceği/gerçekleşemeyeceği göz önüne alınırsa, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinden hemen sonra plânın uygulamasına geçilir. Bu sürede KKTC’nin hızlı bir şekilde kalkınması sağlanmalıdır.

Gözden kaçırılmaması gerekenlerin varlığı da unutulmamalıdır. Filistin-İsrail, Keşmir, Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Afganistan ve Irak sorunlarında baskıcı bir rol üstlenmeyen BM Genel Sekreterliğinin “ Kıbrıs “ konusundaki ısrarcı tutumu “ genellik ve eşitlik “ ilkesine göre değerlendirilmelidir. Bu nasıl bir anlayıştır ki Türk-İslâm ya da bu iki kavramla ilişkili toplumların diğer toplumlar ile ilişkilerinde başta insan hakları olmak üzere millî ve milletler arası hukuk ortadan kaldırılabilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin organları, kurum/kuruluş ve yetkilileri; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf DENKTAŞ’ın 6 Mart 2003’te TBMM’nde yaptığı tarihî konuşmayı, DENKTAŞ’ın konuşmasından sonra AKP ve CHP Grup Başkanvekilleri ile DYP Genel Başkanının ortaklaşa verdikleri önergeyle kabul edilerek yayımlanan Kıbrıs konusundaki “ TBMM Deklarasyonu ”nu, bugün ulaşılan ve elde edilenler ile “ dünü unutarak bugün ve yarını kurgulama hakkını kaybedenler ”in, “ yok ”tuk ve zaten “ var  ol “madık feryatlarını kestirmekte yanılmak “ millî beklenti “mizdir.

TBMM'de temsil edilen üç partinin ortak önergesinin kabul edilmesinin ardından okunan destek deklarasyonu:

 Türkiye Büyük Millet Meclisi, Sayın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaşın bugün Meclis Genel Kurulunda yaptığı hitabı takdir ve saygıyla karşılayarak, aşağıdaki hususları Türk ve dünya kamuoyuna duyurmayı kararlaştırmıştır.
1.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 21 Ocak 1997 ve 15 Temmuz 1999 tarihlerinde aldığı kararlara atıfta bulunarak, bu millî davada Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türk Milletinin tam bir birlik ve beraberlik içinde bulunduğu gerçeğini bütün dünyaya bir kere daha ilan eder.
2. Kıbrıs meselesine adil ve kalıcı bir çözüm bulunması için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin sarf ettiği çabaları içtenlikle destekler.
3. Kıbrıs meselesine bulunacak çözümün, tarafların eşit statüsü ve eşitliğine dayanması gerektiği hususunu önemle vurgular.
4. Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarından kaynaklanan garantörlük haklarının sürdürülmesi gereğini belirtir.
5. Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan arasında kurulmuş bulunan dengenin zedelenmesinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini teyit eder.
6. Kıbrıs sorununun çözümünün, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bir önşart gibi takdim edilmesine yönelik çabaları reddeder.
7. Güney Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye’den önce Avrupa Birliğine üye yapılması yolunda atılan adımların, uluslararası antlaşmaların açık bir ihlali olduğunu bir kere daha vurgular.
8. Kıbrıs Türk ve Rum halkının 28 yıldır huzur ve barış içinde yaşamasının en önemli amili olan iki kesimliliğin muhafaza edilmesine verdiği önemi vurgular.
9. İki kesimliliği zedeleyecek bütün öneri ve girişimlerin, Kıbrıs’taki güvenlik ortamını olumsuz yönde etkileyerek, iki toplumu yeniden bir çatışma ortamına sürükleyeceğini hatırlatır ve buna hiçbir şekilde müsaade edilmemesi gerektiğini önemle belirtir.
10. Bu genel koşullara riayet edilmek kaydıyla, Kıbrıs’ta barışçı ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının, Türkiye’ye, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarına ve bölge barışına hizmet edeceği yolundaki inancını ifade eder.

 

KAYNAKÇA
www.avsam.org.tr
www.belgenet.com
www.haberanaliz.com
www.kibris.gen.tr
www.mfa.gov.tr
www.turkatak.gen.tr